31 Aralık 2013 Salı

Buruşturup Attım Yeni Yıl Dileklerimi

Bugün gözümüzü açtığımızda, İstanbul Maslak'ta yaşanan otobüs kazası ve 2 ölü haberini gördük. Hatta yolumuzun üzerinde olduğu için bizzat olay yerinden de geçtik ve endişeyle gerçek hayata sürüklendik. Yılın son günü, yeni bir yılın başlangıcı... Kim bilir ne umutlarla bekliyorlardı yeni yılı... Tıpkı bizler gibi... 

Bugün sizlerle paylaşmak üzere dün yazdığım farklı bir yazım vardı ama elim varmadı yayınlamaya. Yeni yıl için ne umutlar, ne hedefler, ne beklentiler sıralasak da alt alta, farketmiyor. Bir otobüs şoförünün dikkatsiz, hız limitini aşan sürüşü sebebiyle, dileklerimizi yazdığımız tüm kağıtlar buruşturulup, başkası tarafından çöpe atılabiliyor.

Bu sabahı atlattık diye bu akşamı da atlatabileceğimiz garanti değil. Hayatımızdaki hiçbir şey garanti değil. Sağlık, para, mal, mülk... Benim gözümde sadece huzur ve mutluluk garanti. Çünkü ikisi de insanın içinde, bağımsız ve kişiye özel. Hepimiz durumumuz, varlığımız, yokluğumuz ne olursa olsun, huzur ve mutluluğu bulabiliriz. İkisi de sadece mal, mülk, para, hırs gibi diğer kalemlerin arasında kaybolmuş. Biraz ararsak, biraz önemsersek orada olduğunu göreceğiz. Sizler de hayatınızda denk gelmişsinizdir bunu kanıtlayan insanlara. Sizin mutluluk kriterlerinize hiç uymayan, yokluk içerisinde (sizin gözünüzde) bir hayatı olan ama huzuru ve mutluluğu yakalamış, belki de sizden çok daha mutlu bir insan... Ya da tam tersi, varlık ve bolluk içerisinde (yine sizin gözünüzde) bir insanın mutluluktan ve huzurdan çok uzak olduğunu...

Malın, mülkün, para hırsımızın, bizi ve çevremizdekileri mutsuz etmesine izin vermemeliyiz. Huzur ve mutluluk, başkalarının elimizden alamayacağı tek şey. Kendimiz yaratabiliriz, her zorluğun içerisinde huzurlu ve mutlu bir yol bulabiliriz. Hem bulduğumuz bu yol, bizi mutlu etmekle kalmaz. Daha önceden mutsuzluğumuzla, mutsuz ettiğimiz yakınlarımızı da huzura kavuşturur. Unutmayın ki çevrenizdeki insanlara akıtmaya hakkınız yok huzursuzluğunuzu...

Sizler benden daha iyi bilirsiniz ama gelin siz de yeni yıl dileklerinizi içeren listelerinizi tuttuğunuz kağıtlarınızı atın çöpe. İçinizdeki karamsar ve mutsuz insandan, huzur ve mutluluk dileyin bu sene. Sizi kırmaz bence...

Canımız dahil her şey elimizden alınabilir, huzur ve mutluluğumuz dışında...

Hepinize güzel bir yıl diliyorum.

Sevgilerimle.




30 Aralık 2013 Pazartesi

Huyum Değil Ama...

Bu blog sayfasını fikirlerimi, düşüncelerimi ve kalemimi paylaşmak için kurdum. Ancak Türkiye'nin bugününe benim kelimelerim malesef ki yetmiyor. Anlatmak, yazmak istiyorum ama yazamıyorum.

Ahmet Hakan'dan şahsen çok haz etmesem de bu yazısında hislerime tercüman olmuş (ben yazsaydım daha kötü kelimeler kullanabilirdim, kendisi yumuşak bir üslup kullanmış). İzninizle sizlerle onu paylaşmak isterim: TIK TIK

27 Aralık 2013 Cuma

Günler Akıp Gidiyor, Şükür!

Günler ne kadar çabuk geçiyor! Babamın hep dediği gibi "Güzel günler çabuk, kötü günler ise yavaş geçer. Günlerin hızlı geçiyorsa sevinmelisin." Doğrudur. Kötü günlerimizde dakikaları sayarız, her dakika bir gün, bir ay gibi gelir. Güzel günlerde ise sabahtır, akşam olur, haftalar

Daha geçen gün yazdı, şimdi her yer buz... Geçen gün daha yeni yılı kutluyorduk, şimdi daha da yeni bir yılı kutluyoruz :) Daha bu yaşımızda akıp giden zamana dertleniyorsak, ileride her geçen gün için nasıl kederleneceğimizi tahmin bile edemiyorum...

Bazen günlerimiz birbirinin aynısı gibi gelir, ki öyledir de aslında. Sabah aynı saatte kalkıp, aynı hava sıcaklığında işe gidip, çalışıp, yine aynı saatte eve gidip, aynı yemeği yiyip, aynı saatte uyuruz. Malesef ki hayat şartları böyle rutinleri gerektiriyor... Olay, araya katacağımız keyiflerde, değişik deneyimlerde ve birbirinden farklı günlerde... Günlük rutinimizin dışında bir şeyler yapalım, farklı bir şey okuyup, farklı bir şey seyredelim. Belki bu sene daha farklı bir tatile gidelim. Eşimizi, arkadaşımızı, ailemizi alıp sokağa atalım kendimizi, çıkalım dört duvar arasından. Çıktığımız yerde sohbet edelim onlarla, belki de yeniden tanırız, anlarız birbirimizi. Günlerimizi ve birbirimizi rutinden çıkartıp, çabucak geçen günler katalım anılarımıza...

Hızlıca geçip bitmiş bir haftasonunun, yaz tatilinin, senenin ardından hep yukarıdaki sözü hatırlatmaya çalışıyorum kendime... Çok güzeldi, hızlı geçti, şükür!

Not: Böyle ermiş sanmayınız beni :) Her Pazar akşamı üzülür buluyorum kendimi Pazartesi'ye geçerken. Sonra zorla kendime hatırlatıp bir kahve koyuyorum sehpaya, hoşgelirmiş

26 Aralık 2013 Perşembe

Çocuğunu Bırakmak, Zile Basmak ve Kaçmak

Çin'in Shenzhen şehri hakkında bir habere renk geldim dün sabah. Eşimin işi dolayısıyla pek çok defa Shenzhen'e gitmiş olmasından sebepli ilgimi çekti, sesini açtım biraz, dinledim.

Malumunuz Çin'de nüfus kontrolü sebebiyle 1 çocuk sınırlaması var ve bu sınırla beraber de çocuk sahibi olabilemenin pek çok kuralı var. Shenzhen şehri de fabrikaların bolluğu dolayısıyla işçi nüfusunun çok fazla olduğu, kötü çalışma koşullarının ise sınırları zorladığı bir yer. Eş zamanlı olarak üretim sebebiyle şehir bir yandan kalkınırken, bir yandan da yerli halkın sefaletiyle gündeme geliyor.


Shenzhen şehrinde yaşam koşulları bu kadar zor olunca günde en az 3-5 çocuk yol kenarlarına, bina kapılarına, çöp kutularına terkediliyormuş. Devlet bu durumla başa çıkabilmenin yollarını ararken izlediğim habere de konu olan "Güvenli Çocuk Evleri" projesini hayata geçirmiş. Güvenli çocuk evi nedir? derseniz, çok garip... Diyelim ki çocuk sahibi oldunuz, bakamıyorsunuz, sokağa bırakmak yerine bu evin kapısına bırakıp, dışarıdan zile basıp kaçıyormuşsunuz. Bu evdeki çalışanlar da kapıdan çocuğu alıp, bakıp, büyütüyorlarmış. Tüm bu uygulama kanuna uygun bir şekilde gerçekleşiyormuş. Çin'deki görüşler ise doğal olarak ikiye ayrılmış. Bir grup, "Bu insanlar nasılsa çocuklarını bırakacaklar, bari çocukların can güvenliklerini ve sağlıklarını koruyabilelim" derken, diğer grup ise "İnsanlar sokağa bırakmayı son çare olarak görüyorlar ve o noktaya kadar dayanıyorlar. Eğer ki baştan böyle bir alternatifleri olursa, çocuk terketme oranları daha da artar" diyor.

Haberin bitiminde neye uğradığımı şaşırdım, ne  düşüneceğimi bilemedim... İçime kaçtım, televizyonu kapattım...

Ardından eşimle beraber hazırlandık ve işe gitmek üzere arabaya bindik. Konu Shenzhen olunca eşime de anlattım. O da bana işin farklı bir boyutunu anlattı. Fabrika bölgelerinde çalışan işçiler çok çok az paralara, çok uzun saatlerce, insanlık dışı koşullarda çalıştırılıyormuş. Fabrikanın hemen arkadasında bulunan lojmanlarda uyuyup, uyanıp işe geri dönüyorlarmış. Lojmanları da bizim bildiğimiz lojmanlar gibi sanmayın, tek göz oda, bir yatak... Bazılarında ise ranzalarda, çoklu kalıyorlarmış. Hiçbir sosyal  hayat yok, hiçbir insani ihtiyaç karşılanmıyor, para yok, mutluluk yok... İnsanın çocuğunu sokağa nasıl bırakabileceğinin dehşetini yaşayan bana karşı, eşim oradaki insanların hikayesini anlattı. Bu yokluk ve psikolojideki insanların sağlıklı kararlar almaları mümkün değil...

Bu konuda hala çok çelişkili hislerim var... Ama kendimize her zaman, her konuda hatırlatmamız gereken bir şey var: Herkesin yaşamları, içerisinde bulundukları durumlar çok farklı. Bu farklılıklar karşısında çok farklı kararlar alabilirler, hatta mecbur olabilirler. Yargılamamaya çalışalım... 



25 Aralık 2013 Çarşamba

Çok Şanslıyız

Malumunuz havalar pek soğuk. Geceler ayrı, gündüzler ayrı... Çok şükür ki evlerimizde kaloriferimizi yakıp, çayımızı demleyip, dizlerimizi battaniyemizin altına sokuşturup keyif yapabiliyoruz. Peki ya yapamayanlar?



Hepimiz bir zaman "Hava da tam battaniyenin altına girip, film izlemelik vallahi." demişizdir. Sokaktaki evsiz yetişkin ve çocuklar, cebinde parası olmayıp da sobasına kömür alamadan buz gibi tek göz odalı yerde oturmaya çalışan insanlar, sokak kedileri, köpekleri ve tüm canlılar... 

Biz çok şanslıyız... Lütfen hepimiz bunun farkında olalım, farkında olmayan dostlarımıza hatırlatalım. Hatta evsizler, ihtiyaç sahipleri için yardım toplayan pek çok sivil toplum kuruluşu var. Hepsinin internet siteleri, yardım paketleri var. Ayrıca sokak hayvanları için de çok ciddi kuruluşlar var. Her şey zor geliyorsa evdeki tencerenin dibinde kalmış, ne yapacağınızı bilemediğiniz artık yemeğinizi, minik bir boş yoğurt kabıyla beraber sokaktaki çöp kovasının yanına bırakırsanız aç hayvanlar yiyebilirler.


EVSİZLER İÇİN İSTANBUL BÜYÜKŞEHİR BELEDİYESİ'NİN İLGİLİ TELEFON NUMARASI: 0212 455 13 00 VE 444 25 66. SOKAKTA BİR İHTİYAÇ SAHİBİ YETİŞKİN YA DA ÇOCUK GÖRÜRSENİZ HEMEN BU NUMARALARI ARAYIP YARDIM ÇAĞIRABİLİRSİNİZ.

Böyle yazdığıma bakmayın, ben de her gün talihsizliklerimden dert yanıyorum; hava sıcak, hava soğuk, yoruldum, üşüdüm, terledim, sıkıldım... Aklıma geldikçe ise kendime hatırlatmaya çalışıyorum: "Çok Şanslıyız!"

24 Aralık 2013 Salı

Plazada Poposuyla Kapı Açan Adam

PLAZA TAVUKLARI İSİMLİ YAZIMda da anlattığım gibi plaza çalışanları bir tuhaftır. Havasından mı suyundan mıdır bilinmez ama hepsi birbirinden farklı karakterlerdir. Kimisi soğukluktan ölür yanına yaklaşamazsın, kimisi gereksiz samimidir ki yıllar önce kaybettiği kardeşi olduğunuzu sanırsınız, kimisi bir gün öyle bir gün böyledir.

Bu tarz duygusal ve karakter farklılıklarının dışında hepsinin fiziksel hareketleri de çok farklıdır. Kimisi dünyayı kurtaracak gibi hızlı ve güçlü adımlarla dimdik yürürken, kimisi "Bu plazalar hep benim" söylemindeki ağa edasıyla salına salına yürür. Kimisi ise hoplaya zıplaya, anlamlandıramadığım ceylan tipindedir.

İşte geçen akşam ofisten çıkarken bloğun içindeki kartlı turnike çıkışlarında denk geldim "Ceylan"a. Günlerden Cuma olunca bazı şirketlerin Amerikan özentisi "Casual Friday" mantıklı "Serbest Kıyafet Cuma'sı" uygulaması var. Ceylanımız (ceylan dediğime bakmayınız, kendisi kelli felli bir adamdır) turnikeleri açan manyetik kartını kot pantolonunun arka cebine koymuş. Tam da iş çıkış saati olduğu için kalabalık mı kalabalık ortalık, aceleyle yürüyoruz ki bir an önce kaçalım buradan. Önümde yürüyor, turnikeye geliyoruz, ani bir zıplamalı dönüşle arkası turnikeye, yüzü bana dönerek poposunu havaya kaldırıyor ve cebindeki kartı el değdirmeden cihaza okutuyor. Yine aynı sekerekli dönüşü yapıyor ve yoluna devam ediyor.

Ceylancım, kalıbına uyuyor mu bu lüzumsuz hareketler? Kotuna bakmayın, kimbilir hangi firmanın hangi yöneticisi. İnsan gibi elini cebine atıp kartını çıkartsan ve yine insan gibi okutup geçsen? Yoook herkes bir başka gariplik yapacak...

Ben diyorum, oksijen az buralarda, beyin hücrelerimiz ölüyor. Bak vallahi öyle...

23 Aralık 2013 Pazartesi

Yediklerinle Övünmek Ayıptı Eskiden. Halen de Ayıp...

Tarif ve tariflerinin fotoğraflarını paylaşanları, yöresel ve özel yemekleri, sunumları, masa düzenini vs. gösterenleri kesinlikle ayrı tutarak dünya için minik, kendim için ise büyük bir konuya değinmek istiyorum. 

Dünyada güncel olarak "Food Porn - Yemek Pornosu" olarak bahsi geçen bu yemek fotoğraflama işinin gidişatı kötü. Zaten hepimiz sağlılı beslenme konusunda kendimizi her gün yeni sınavların içerisinde buluyoruz. Bir de sırf yemek fotoğrafı yayınlayan (tarifleri ve özellikleri olmaksızın) kişiler ve siteler var. Amaç nedir? Bilmiyorum...

Herkes güzel yemek fotoğrafları görmek istiyor, onlar da kullanıcılara bunları sağlıyorlar, takipçilerini arttırıp, bir şekilde fırsata dönüştürüyorlar. Hiçbir şey olamazlarsa da yedikleriyle övünmüş, hava atmış oluyorlar. Amerika'da uzmanlar artık bu konuyu konuşur oldu. Zaten her gün obeziteyle savaşan halklarının daha da fazla bu yöne çekilmesinden endişe duyuyorlar. Yaptıkları araştırmalarda da ortaya çıkmış ki bu yemek fotoğrafları insanların iştahlarını kabartıp, normalden daha fazla ve bilinçsiz yemek yemelerine sebep oluyormuş (Zaten bu durum Amerikalıların bir özelliği sanırım, bilinçlerini ani bir şekilde kaybedip bir şeylerin peşinde sürüklenmek). Tam da bu nedenle uzmanlar ve sağlıklı yaşam grupları, yemek fotoğrafları konusunda önlem almak için işin peşine düşmüşler.

Türkiye'de de belki çoğumuz yapıyoruzdur, moda oldu nedense... Misal Instagramda dışarıda yediğimiz yemeğin fotoğrafını çekip paylaşıyoruz. Tarif mi veriyoruz? Hayır. Sunum ya da mekan mı gösteriyoruz? Hayır. Peki neden?... Takipçilerimizin beğenisini kazanmak için mi, bahsi geçen restoranın yemeklerini övmek için mi, insanları özendirmek için mi? Kendimizi ifade etmek için mi?... Zaten kendimizi ve hayatımızı ifade ederken yediklerimizden faydalanmaya başladıysak tehlike var demektir... Yemek fotoğraflarını paylaşmayı iki halde doğru buluyorum. Yemek tariflerinde, yöresel yemeklerde, bir yeri anlatırken, kendini değil de bir yöreyi-ülkeyi yemekle ilişkilendirirken veyahut da sofra düzeni, sunum ve tabak gösterirken kabul ediyorum (Ben de Gezi Yazı Dizisinde Antakya'da yediğimiz yemeklerin fotoğraflarını paylaştım. Bu fotoğraflar, benim için yöreyi anlatıyordu, oranın meşhur lezzetleriydi. Benim ne yediğimden öte, siz gitseniz orada yiyecek neler var anlamındaydı) Antakya Yazısı İçin TIK TIK

Not: Instagram'da etiket aramasına "foodporn" yazınca neredeyse 18 milyon ve üzeri fotoğraf çıkıyor. İsterseniz siz de bakıp gözlerinizle görebilirsiniz...

Çocukken annemle dışarıda yemek yiyeceğimiz zaman yol kenarında açıkta duran masaya oturmazdık, yoldan geçen birinin canı çekebilir, imrenebilir diye. İçeride ya da arka masalarda yerdik yemeğimizi. Eskiden yediğin yemekle övünmek, göstermek ayıptı. Halen de ayıp...



Not: Bu yemek fotoğraflama ve paylaşma olayı ilk başladığında ben de yaptım malesef... Artık "Ne yapıyorum ben" dedim. Umarım herkes neden paylaştığını düşünür. Zaten eminim bu da bir sosyal medya modası, geldiği gibi geçecektir de bir süre sonra.








20 Aralık 2013 Cuma

Çiçeği Burnunda Blog Sahibesinin Dramı

Başlığı açıklamak adına önden belirteyim ki başıma bir şey gelmedi, her şey yerli yerinde, dram falan yaşadığım yok, başlık abartıdan ibaret, endişeye gerek yok :)

Malumunuz taze, çiçeği burnunda bir bloggerım. Aklımda bir sürü fikir, her gün düzenli olarak yayınlanması gereken bir sürü yazı var. Araba kullanırken, televizyon izlerken, kahve içerken ya da gün içerisinde çalışırken aklıma bir sürü başlık geliyor. Başlık derken, açmak isterim... Benim elim başlık üzerine yazı yazabiliyor. Aklıma bir başlık geliyor, oturuyorum bilgisayarın başına, tıkır tıkır gidiyor klavye. Oldu ya tersinden bahsedelim, aklıma bir konu geldi diyelim. Başlığını bulmadan yazamıyorum ve o bir cümlelik, hatta birkaç kelimelik arkadaş bir türlü teşrif etmiyor. Halbuki bir gelse, çorap sökülecek...

İşte klavye akıyor tıkır tıkır, uzattım yine lafları :) Çiçeği burnunda blogger demiştim... Aklıma gelen başlıkları başladım unutmaya, zaten üç kuruş hafıza var, o da dolu... Dram burada başladı, yazı başlığı bulamadım, bulduklarımı unuttum, yazamadım "Ne yazceem şimdi, zaten yeniyiz, puf!" halleri. İşte o zaman anladım bloggerlar neden defter taşırlar yanlarında. Ben de süslüsünden bir defter edindim kendime, içine başlıkları yazar oldum. Ohh, pek rahatım şimdi. Tıkır tıkır...

Çiçeği Burnunda denince güzel bir şey gelir herkesin aklına. Taze, temiz, yeni, ferah, genç... Benim aklıma tek gelen kelime ise "Tecrübesiz"... Ne fena bir şey tecrübesiz olmak, bir şeyi yeni öğreniyor ve düşüp kalkmak yeniden. En ufak, basit, bilmen gereken şeyi bilmemek ve yine en ufak şeyi öğrenmeye çalışmak.Yaptığım işi belki bilmeden, belki acemilikle yapıyor olmak beni çok strese sokuyor. Bildiğim şeyleri yaparken kendimden emin, güçlü, çabuk ve başarılı hissediyorum kendimi. Aksi durumda ise tam tersi... Korkak, yavaş, başarısız hissi gelip çöküyor üzerime... 

Çiçeği Burnunda şoför, Çiçeği Burnunda eleman, Çiçeği Burnunda öğrenci, Çiçeği Burnunda anne-baba, Çiçeği Burnunda blogger... Sonuna hangi isimi eklersen ekle bir şeye benzemiyor işte, hepsi birbirinden zorlu hale geliyor :) (**Anne-Baba konusuna alınmayınız, işin bahsettiğim tarafı sadece pratikteki acemliği. Yoksa taze anne-babanın mutluluğu bölümü konum dışıdır**)

Velhasıl, bendeniz de Çiçeği Burnunda bir blogger olduğum için arada düşerim, kalkarım, atlarım, hoş görünüz. Her şeye rağmen buralarda olmak çok güzel, beni bu kadar sıcak karşıladığınız için hepinize teşekkür ederim.

Sevgilerimle.




19 Aralık 2013 Perşembe

Güzellik Uğruna

Malumunuz şu sıralar beslememe dikkat ettiğim, birazcık fazla kilolardan kurtulmaya çalıştığım bir dönemdeyim. Bu konuda internette dolaşıp, az kalorili yemek tarifleri, spor önerileri, motivasyon yazılarını karıştırırken, güzellik uğruna (ya da toplumun bize bastığı etiketler uğruna diyelim) neler yapabiliriz onu gördüm yeniden.

Google reklamları pek fenadır biliyorsunuz. Son dönemde sık kullandığınız sayfaları, arama yaptığınız kelimeleri aklında tutup, bir süre sonra sağda solda o konularla ilgili reklamları çıkartmaya başlar karşınıza. Ben de böyle beslenme, diyet, spor vb konulara yoğunlaşınca Google amca "Ahanda kız kilo aldı, çok hassas durumda, basss zayıflama reklamlarını!" dedi kaptanına. Her köşede yok sarımsak çayı, yok bilmemne solucanının sümüğünden yapılan tablet, yok pembe bilmemne yağlı krem, bir saatte bilmemkaç cm incelten tayt... gibi elli çeşit reklam çıkar oldu karşıma.

Bazılarına merakımdan tıkladım, baktım... Hepsi bildiğiniz dolandırıcı, para tuzağı... Gerek iddiaları, gerek sundukları ürün, fotoğraflar, siteler... Hepsi yalan ve büyük ihtimalle de sağlığa zararlılar! Böyle site hazırlayıp, reklam verip, bu işe zaman ve para harcadıklarına göre kazançları büyük, ya da beklentileri fazla. Demek ki hepimiz yukarıda bahsettiğim Google amcanın da sezdiği "kilo vermek isteyen insanın hassaslığı" durumunda olunca akıl ve mantığımızı kaybedip, duygusal kararlar alabiliyoruz. Belki o ilaçları içip, bir haftada 5 kilo vermeye inanmayı seçiyoruz...

Ne olursa olsun inanmayalım bu yalanlara, ne sağlığımızdan ne de paramızdan olmayalım... Ayrıca kabul edelim ki fiziksel olarak nasılsak, öyle devam edeceğiz. Önümüzdeki gizli fermuarı açıp, içerisinden Angelina Jolie çıkartamayacağız! Barışalım...




18 Aralık 2013 Çarşamba

Haydi Spora, Öhöm Öhöm, Temizliğe!

Evlendik, yedik içtik, gezdik, yine yedik, yine içtik ve yemeye devam ettik... Eşimle beraber 1.5 senede bir dünya kilo aldık. "Bu böyle gitmez" dedik ve diyete başladık. Protein ağırlıklı, bizce sağlıklı bir diyet... Ayrıca sonraki dönemlerde de rahatlıkla devam ettirilebilir bir beslenme.
Diyet deyince akla internetteki kaynaklar geliyor. Neler okudum, neler seyrettim... Daha diyete başlamadan kilo verdiğimi hissettim! Ne büyük laflar, ne büyük iddialar, ne büyük gazlar... Hepsini geçtim, en keyiflisine denk geldim:


30 Dakika boyunca pencerelerimizi siliyoruz, gitti 167 Kalori!

Gardrobumuz çok mu dağıldı, baştan başa yeniden düzenliyoruz ve gitti mi 87 Kalori!

Banyo temizliği gerçekten çok ek oyalıyor. 15 Dakika boyunca duşumuzu güzelce ovalıyoruz ve 90 Kalori harcıyoruz. Ardından banyo zeminimize geçiyoruz ve onu da güzelce 30 dakika boyunca temizliyoruz, gidiyor 187 Kalori!

Evimizin dekorasyonundan sıkıldık. Eşyaların yerini değiştirmek gerek ki bizim de neşemiz yerine gelsin. Haydi, eşyaları taşıyoruz, 15 dakika yeterli, 100 Kalorinin üzerinde enerji harcıyoruz. Ardından evimizi yeniden dekore ediyoruz, mevcut dekorasyonlarımızın yerini değiştiriyoruz, 30 dakika boyunca arı gibi çalışıyoruz, 167 Kaloriye elveda!

Dekorasyon bittikten sonra her yer tozlandı, yerleri 1 saat boyuca güzelce süpürüyoruz, 153 Kaloriden oluyoruz. Bir de yerleri tozdan arındırdıktan sonra bir güzel de silip parlatmak lazım. 1 saat boyunca da tüm evi bir güzel siliyoruz ve 153 Kalori harcıyoruz.

Yukarıdaki resmin bağlı olduğu yazıda araba yıkamak da vardı ama Türkiye'de pek de gerçekçi bir eylem olmadığı için es geçtim onu :)



Bu fikir çok hoşuma gitti. Hepimizin aklına ilk geldiği gibi "Ev hanımları her gün bu işleri yapıyorlar, hiç de kilo vermiyorlar." Sevgili okuyucular, sporcular da her gün spor yapıyor ama kilo vermiyorlar... 

Düzenli beslenmemizin yanına biraz da fazladan ev işi katık edersek faydasını görürüz gibi geliyor bana. Bir de motivasyon kısmı çok keyifli! Bugün çok hareketsiz kaldım, ofis sandalyesinden kalkmadım, uyuştum diye eve gidince "Haydi şimdi spor vakti, önce yemek yap, ardından temizlik." demek şahane. Hem ev temizleniyor, hem de kaloriler gidiyor, hem de en nefret ettiğim ev işi aktivitesi için bahanem oluyor.

Sevdim bu işi!


17 Aralık 2013 Salı

Sosyal Medyada Geri Sayım Kabusu

Sizin de böyle arkadaşlarınız var mı ya da siz de mi böylesiniz bilmiyorum :) Fakat benim çevremde Facebook'ta bir şeyler için geri sayım yapanlar var!


1- Geri sayım yapmayı aklından beceremiyor musun?
2- Senin geri saydığın günler, başkaları için hiçbir anlam ifade etmiyor, bunun farkında değil misin?
3- Sevgilinle kavuşacaksın, evleneceksin 5-4-3-2-1 gün kaldı diye her gün Facebook duvarımı meşgul edeceğine doğru düzgün "Şu Tarihte Evleniyorum!" diye tek seferde yazıp bitiremez misin?

Klavyede tıkır tıkır yazarken seçtiğim kelimelerden de anlayacağınız üzere sinir oluyorum!

Bir de ne için geri sayım yaptığı belli olmayanlar var. Facebook durum bildirimine sadece "5" "4" "3"..... diye yazıyorlar. Neyi saydığını bile bilmiyorum ki!!

Geçen gün yine böyle bir geri sayıma denk gelmiştim ve internette gezip karikatür okuyordum. Tabiki her konu gibi bu konuda da yukarıdaki gibi bir karikatür vardı. Kalbimden vurdu beni, hislerime tercüman oldu :)


16 Aralık 2013 Pazartesi

Güzel Müzik, Güzel Gün

Müzik aleti çalamam, şarkı söyleyemem... İkisi için de pek uğraşılmış olsa da sonu hüsranla bitti. Babam Türk Sanat Müziği sevdalısıdır, müzisyendir... Türk Sanat Müziğine İlginiz Var ise Babamın Sitesine Mutlaka Gözatmalısınız. TIK TIK

Babam eskiden çok istedi bir müzik aleti çalayım. Hep dedim "Başkası çalsın, ben dinleyeyim, ne gerek var keyfini yapmak varken kendimi zorlayıp çalmayı öğrenmeye." Ardından lisede neden olduğunu anlamadığım bir şekilde çok sesli koroya seçtiler beni. Ondan da nefret ettim... Bana müzik açın, dinleyeyim, müziği yapan ise ben olmayayım mümkünse. 
Her genç gibi dönemsel olarak müzik zevklerim değişti. Ardından oturdu yerine, her güzel müziği dinler oldum. Sizinle biraz da müzik zevkimi paylaşmak istiyorum. 

FINK
Favorilerimden bahsedeceğim zaman ilk önce aklıma "Fink" gelir. Ben bayılıyorum kendisine, eşim ancak bazı parçalarından keyif alıyor. Ben ise saatlerce tüm albümlerini arka fonda dinleyebilirim... Bir de eşim her nedense bu adamcağızı başından beri zenci zannetmiş, ne kadar anlatsam ve fotoğraflarını göstersem de hala zenci biliyor. Halbuki kedilere takıntılı derler ya...
"FINK" HAKKINDA BİLGİ İÇİN TIK TIK (Türkçe Kaynak Bulamadım, mecbur Wikipedia linki aldım)






THE CIVIL WARS
Bu hanımla beye hayranım ben! İkisi de birbirinden tatlı, röportajlarını izleyince, okuyunca, samimiyetlerine hayran kalıyorsunuz.







DAVID GARRETT
Sevgili David Garrett... Kendisi muhteşem görünüşü sayesinde hanımların gönlünü fethetmiş olsa da aslında çok büyük bir keman virtüözüdür. Klasik müzik ile başladığı hayatında (ki hala devam etmektedir) rock müziğe duyduğu hayranlıkla beraber muhteşem işlere imza atmış, klasik müzikle ilgisi olmayan insanları bile büyülemeyi başarmıştır. Bir de bahsetmeden geçemem; klasik müzik camiasında smokinsiz bir müzisyen görmek, ferah nefes! Hanımlar, ekran başına!

En Sevdiğim Yorumu, Smells Like Teen Spirit



Muhteşem --- Vivaldi - Summer



Daha neler neler var beğendiğim... Sizlerin de keyifle dinlediği kişileri, grupla duymak beni mutlu eder. Bol müzikli, güzel bir hafta olsun hepimize!

13 Aralık 2013 Cuma

Market Alışveriş Listesi

Ben daha küçükken annem öğretmişti, "Alışverişe listesiz çıkılmaz.". Hakikaten de çıkılmazmış, anneler her şeyin doğrusunu bilir! Eğer elimde listem yok ise: 1.Alacaklarımı unutuyorum ve almadan çıkıyorum, 2. İhtiyaçlarım haricinde gerekli-gereksiz bir dünya başka şeyle dolduruyorum sepetimi.
Evliliğimin ilk aylarında mutfakta muhafaza ettiğim bir alışveriş listesi tutuyordum. Ancak böyle bir defter tutmanın dezavantajı, her zaman planlı bir şekilde markete gitmiyor olmamız. Misal, bir akşam trafik az oluyor ve "Bugün erken geldik, hazır gelmişken bir de markete uğrayalım." diyoruz. Liste nerde? Yok. Evde... "Neyse madem karar verdik, hadi gidelim, hem ben hatırlıyorum listedekileri." diyorum ve foooossss, ancak yalan yanlış birkaç parça aklımda. Market çıkışında acı gerçekle faturada karşılaşıyorum. Normal listeyle ihtiyaçlarımı alsaydım, harcadığım paranın ancak yarısı tutacaktı. Şimdi ise hem iki katı daha fazla para harcadım, hem de ihtiyaçlarımı karşılayamadım. Fena...


Kağıtta tutulan listenin başarısızlığından akıllandıktan sonra cep telefonumda alışveriş listesi uygulamaları kullanmaya başladım. Hem adet ve kg seçeneklerine göre liste yapabiliyorsunuz, hem de alışveriş sırasında aldığınız ürünün üzerine tıklayınca listeden siliniyor. Bu uygulamalar sayesinde alışveriş listem hep yanımda.

Eminim hepiniz benden kat ve kat bilgili hanımlarsınızdır, sizlere akıl vermek asla haddime değil. Ancak benim gibi tecrübesizler ve alışveriş serüveninin başında olanlar var ise tavsiyemdir, cep telefonunuzda alışveriş listenizi mutlaka kayıtlı tutun. Bu sayede hem zamandan, hem paradan, hem de alışverişe harcadığımız enerjiden yaptığımız tasarrufu size anlatamam.


12 Aralık 2013 Perşembe

"Kazan ya da Vazgeç" Nasıl Bir Slogandır Bu?

Her gün ofisimizin yanındaki binanın üzerine kocaman döşenmiş reklam afişinde görüyorum "Kazan ya da Vazgeç"... Her sabah, ama her sabah sinir oluyorum görünce, kafamı çevirip yanından hızlıca geçiyorum. 

Adidas markasının reklam sloganı... Bir de afişin altında İngilizcesi "All in or Nothing" olarak yazıyor ama Türkçe'ye bence hiç de doğru olmayan bir şekilde çevirmişler. Hani "All in or Nothing"de anlatılmak isteneni ben şöyle yorumluyorum: "Ya elinden geleni yap, her şeyini ortaya koy ya da hiç kalkışma". İngilizcesini yorumlayınca tamam, hiçbir şey diyemem ama Türkçe sloganı çok yanlış olmuş bence...

Ne kadar saçma bir bakış açısıdır bu?! Herkes kazanmak zorunda değil, hatta ortada bir kazananın olması için de ikinci, üçüncü, beşinci, dokuzuncu ve sonuncuların da olması gerekmez mi? Kazanamıyorsam neden vazgeçeyim? "Önemli olan kazanmak değil, yarışmaktır" klişesine ne kadar girmek istemesem de elimde değil, cuk oturuyor buraya. Ben elimden geleni yapıp, her şeyi ortaya koyup, tüm varlığımla çabaladıktan sonra ha kazanmışım ha kaybetmişim, ne farkeder? Kendimi bunun için üzecek bile değilim...

Böyle mi olmalı?


Böyle bir felsefeyi benimsemiş insana üzülmekten, hayatının nasıl bir cehenneme dönüştüğünü düşünmekten alamam kendimi. Düşünsenize kazanamıyorsa, o işte en iyisi olamıyorsa, vazgeçiyor... Mutsuzluk ise diz boyudur... Hayatında sürekli bir şeylerden vazgeçiyor. Vazgeçme sebebinin de kazanmayı başaramamasına bağlıyor ve bunun sonucu olarak kendini hep başarısız görüyor.

Benim için yarışmalar bundan ibaret. Hala çizgifilm gibi :)


Hayatlarımıza baktığımız zaman hangi alanda en iyisi olduk, birinci olduk, kazanan olduk? Kaçımız üniversiteyi birincilikle bitirdi, iş yerinde en iyi eleman seçildi, bir spor yarışmasında birinci oldu? Belki hiç, belki çok az... Hepimiz mutluyuz ama... Çünkü birinci ve kazanan olmadığımızda da hayatımızdaki tüm süreçlerden keyif alıyoruz, vazgeçmiyoruz. Bu sebeple en az birinci olan kadar güçlü ve mutluyuz.

Bu reklam sloganını ben de yanlış anlamış olabilirim. Eğer öyle ise yorumlarınla beni aydınlatırsanız çok memnun olurum.

11 Aralık 2013 Çarşamba

Her Gün Daha da Küçülen Çamaşırlar

Evimizde normalde "Babadan oğula" deyimi, evin beyinden evin hanımına, ardından da minik pisiciklere geçen çamaşırlar olarak hayat buluyor! Çeke çeke bitmediler... 

Evimizin balkonu yok, şayet olsa da nemli çamaşırları sokak tozuna toprağına asıp bırakmak da içime pek sinmiyor. Neyse... Bu sorunun çözümü olarak da çamaşır makinesi ve ayrı bir kurutma makinesi kullanıyoruz. Çamaşırlar güzelce makinede yıkanıyor, kurutmaya atılıyor, çıktığında evin bir sonraki küçük bireyine olacak kadar çekmiş oluyor. Misal, eşimin tshirtleri kurutmadan çıkınca bana kadar küçülmüş oluyor. Biraz ben giyiyorum, 2-3 kurutmadan sonra bana da olmuyor, ne yapacağız, kediye mi giydireceğiz :) Kurutma makinesinin hassas programını kullanmama rağmen, Türkiye'deki testil ürünlerinin malesef ki neredeyse hepsi çekiyor. Zaten hepsinin etiketlerinde kör göze sokar gibi "Kurutma Yapılmaz" yazıyor. Etiketlere uydunuz diyelim... Kazaklar, tshirtler, pijamalar, etekler, pantolonlar derken hiçbirini kurutmasak... Geriye ne kaldı ki? Havlular, çoraplar (ki çoraplar da çekti çekecek kıvamda çıkıyor kurutmadan). Başka bir şey yok, en azından bizim evimizde yok diyelim. Geçenlerden annemin hediye aldığı English Home nevresim takımını da hassasta kuruttum ve çekti, yorgan eciş bücüş oldu, sığmadı içerisine...! Hatta geçen hafta yine annemle bir mağazada bakınıyorduk. Çok güzel bir pijama gördük, hem de indirimde... Baktık ki sadece çook büyük bedenleri kalmış. "Ben bunu 2-3 defa kuruturum, tam bedenime göre küçülür!" dedim ve aldım. Gerçekten de 3 defa kuruttum, şuan tam bedenime göre :)

Kurutma makinesini en başarılı bulduğum konu ise battaniye, havlu/bornoz ve yastık kurutması. Yastıkları güzelce makinede yıkadıktan sonra kurutmaya atıyorsunuz ve öyle pofidik pofidik çıkıyorlar ki, sanki yeni yastık almış gibi... Bu güzel özelliği bile kendisinden şikayetçi olmamın önüne geçemez ama!

Ey deneyimli hanımlar, bana akıl verin. Kurutma makinesi kullananlarınız bu çekme işiyle nasıl başa çıkıyorsunuz?

10 Aralık 2013 Salı

KAYSERİ - Gezi Yazı Dizisi # 14

Her yazımda belirttiğim gibi iştahlı ve yağ kamuflajlı bir çift olunca gittiğimiz yerlerden aklımızda hep yemekler kalıyor :) Tabii ki Kayseri'den de aklımızda Pastırma, Sucuk ve Mantı kaldı! Yemekler dışında da ufak tefek akılda kalan noktalar var tabii ki :)

Mesela bizim için Kayseri'nin en önemli özelliklerinin başında Mimar Sinan'ın memleketi olmasıydı.




CUMHURİYET MEYDANI


Cumhuriyet meydanı, zihnimizde canlandırdığımızdan çok farklıydı. Gayet modern, temiz ve geniş bir meydan. Meydanı çevreleyen alışveriş merkezi, restoranlar, parklar...











DÖNER KÜMBET

Döner kümbet ile ilgili olarak size verebileceğim hiçbir bilgi yok :) Rehberimiz uzun uzun anlattı ama bizim asıl ilgimizi aşağıdaki resimde görebileceğiniz yazı çekti, ona bakmaktan konuyu kaçırdık ! 



Döner Kümbet'in üzerine "Ölmek Var Dönemk Yok Gülüm!" yazan arkadaşı öpüyoruz buradan



Döner Kümbet'in yazısız ön tarafı da böyle




GEVHER NESİBE HANIM CAMİİ VE HAMAMI

Burayla ilgili de aklımda pek bir şey kalmadı. Ayakkabı çıkartma üşengeçliğimden kaynaklı olarak ben içeriye girmedim, eşim bir gözatmak için girdi. Birkaç kare fotoğraf çekti... Yapı ile ilgili olarak aklımda kalan ise Selçuklu dönemine ait kapı üzeri süslemelerinin de buradaki her yapıda görünür olmasıydı.

Bir de neden olduğunu anlamasak da yapının çevresindeki bölge çok kötü kokuyordu...











GEVHER NESİBE HANIM HASTANESİ


Tarihin ilk akıl hastanelerindenmiş. Akıl hastalarını o zamanın modern olarak algılanan yöntemleriyle kapalı odalarda tedavi ediyorlarmış. Günümüz için zalimce görünmeyecek tek tarafı, hastaları müzik ile tedavi edebileceklerini düşünüyorlarmış ve bu yönde uygulamaları varmış.

Bunun dışında çok güzel bir yapıydı. Temiz, güzel aydınlatılmış, turisti etkileyen bir yerdi...












URFA ve ADIYAMAN İL SINIRI - Gezi Yazı Dizisi #13

Gezimizin bu ayağına tek bir yazı ayırmak yanlış belki de... Kısa olacak ve belki de çok ilginizi çekmeyecek ancak bizim için çok güzel bir deneyimdi, hiç olmazsa kendimiz için kayıt altına almak isterim.

Adıyaman'da uyandık. Sabah kahvaltımızın ardından otobüsümüze yerleştik. Rehberimiz bu sabah bizi çok güzel bir manzaraya götüreceğini anons etti. Bahsi geçen yere vardık, bir köprünün başında kenara çekti otobüs... Hepimiz aşağıya indik, arka tarafı göstererek "Bakın burası Adıyaman", köprünün öteki ucunu göstererek "Burası da Urfa" dedi. İki ilin sınırındaki köprüde duruyorduk.











Hemen otobüsten çaylar kahveler çıktı dışarıya, ikramlar yapıldı. Güzelce çayımızı içtik, oksijeni içimize çektik.

Sabah erken saatte gittiğimiz için yoldan araba da geçmiyordu. Bu sayede rahat rahat etrafta gezdik, fotoğraflar çektik ve manzarayı seyrettik.

Yer olarak çok da özel bir hikayesi, özelliği olmasa da bizim anılarımızdaki yeri çok güzel...













 

9 Aralık 2013 Pazartesi

MARDİN - Gezi Yazı Dizisi # 12

Ah Mardin Ahh! Yüzyıllardan beri din kardeşliğinin, tüm inançlara duyulan saygının, dinine bakmaksızın kurulan dostluk ve komşulukların hikayesi Mardin'de yazılmış. Bir köşede cami, diğer köşede kilise, öteki tarafta ise sinagog... İşte böyle bir yer Mardin... Bu farklılığı görünce İstanbul gibi bir şehirde ne kadar da kısıtlı, anlayışsız ve saygısız bir ortamda yaşadığımızı görüyoruz...




Mardin kartpostallarını süsleyen, Mardin Kalesi'nin gece görünüşünü kanlı canlı bir şekilde gördük. Nitekim fotoğraflamak konusunda başarılı olamadık. Gece çekimi bambaşka bir şeymiş...




Mardin Kalesi ve yerleşiminin gündüz görünümü de bu fotoğraftaki gibi. Gündüz çekimlerinde daha başarılıyız  sanırım :)
















Mardin'deki kapılarda iki tokmak var. Rehberimiz çok geçmeden konuyu bize anlattı. Tokmaklardan birisi daha alçakta, diğeri ise daha yüksekte. Kapıya gelen kişi kadın ise alçakta olanı, erkek ise yüksekte olanını çalarmış. Bu tokmakların sesleri de birbirinden farklıymış. İçeriye gelen sese göre aile, kadın mı yoksa erkek mi misafir geldiğini anlar ve ona göre davranırmış.








Mardin demek, dar sokak demek... Hem de ne dar...




Sokaklar o kadar dar ki, arabalar giremiyor. Çöp toplamak için de mecburen atlar ve eşşekler kullanılıyor. Büyük bir hayvansever olarak bu durumu kabul edemesem de bölgede bu kabul görmüş ve böyle devam ediliyor...




MİDYAT - TELKARİ


Midyat'ta telkari çarşısına uğradık. Mağazaları gezdik, telkarileri hayranlıkla seyrettik. Ne giyim ne de dekorasyon anlamında zevkimiz olmadığı için bir şey almadık. 









ABDÜLLATİF CAMİİ

Daracık, parke taşlı Mardin sokaklarından yürüyerek bir camiiye geldik. Selçuklu döneminin tüm mimari özelliklerini, hikayelerini anlatıyordu. 



Şu kapı üzeri süslemelerine bakar mısınız? Öyle güzel ki... Bir de yine rehberimiz detaylıca anlatmıştı ama ben unuttum, kapı üzerindeki bu üçgenlerin birer matematiği, düzeni ve anlamı varmış...




Hayatı sembolize eden çeşme. Su ince bir yerden akıp çıkıyor, yavaş yavaş bölmeleri geçip son uca kadar geliyor. Çıkış noktası doğumu ve bebekliği, sonraki bölüm çocukluğu, sonraki uzun bölüm yetişkinliği ve en son çıkış kısmı da ölümü temsil ediyormuş. Çıkan su ise büyük bir havuzda toplanıp, oradan da toprağa akıp gidiyor...












DEYRULZAFARAN MANASTIRI


Adından da anlaşılacağı gibi safran yetiştirilirmiş burada. Adını da safrandan almış zaten... Dini eğitim verilen, merkezin dışında yüksek bir yerde tek başına yerleşmiş, inziva gibi bir yapı. İçerisi çok temiz, düzenli, estetik ve medeni.



Resimlerde göreceğiniz tüm kapılar orjinalmiş. Çok değerli ve eski... Üzerindeki işlemeler anlatılmaz güzellikte



Manastırın içi bu tip kapalı taş odalarla dolu








Yine orjinal kapılar. Muhteşem...




Benim çok ilgimi çekmemiş olsa da eşimin çok ilgisini çekti. Medresenin, kibritlerden yapılmış maketi.




Tam da ağa gibi olmamış mı?




Medresenin balkonundan görünen manzaraya vermişim sırtımı




Manastırın girişi. Yukarıda anlattığım dağ başı olma durumunu kanıtlar nitelikte bir resim





KASIMİYE MEDRESESİ


Kasımiye Medresesi de dağın başında, Deyrulzafaran Medresesi'ne mesafe olarak oldukça yakın ve benzer bir yapıda. Bizim gittiğimiz dönemde yeni onarımdan çıktığı için biraz boş ve inşaat tozluydu. 

 
Mardin'deki her yapının taş rengi o kadar güzel ki




Yine bir hayat çeşmesi



Bu medrese de tek hoşuma gitmeyen şey bu oldu. Öyle güzel bir tarihin ve yapının içerisine böyle basit, konuyla alakasız ve yeni bir süsleme koymak... Bölgede fil bile yok ki!




Yine evinin balkonundaki ağamız. "Hep buralar benim!"





ULU CAMİİ

Bir ulu camii de burada çıktı karşımıza :) Geniş avlulu, temiz tutulmuş, taştan bir camii.



Yine hikayeli ama benim bilmediğim yapılardan birisi. Hava çok sıcaktı, dinleyemedim vallahi!








Camiinin içerisine girince karşınıza Sakal-ı Şerif çıkıyor




Kapılar yine yüzlerce yıllık orjinaller. Renkleri, şekilleri, hikayeleri fotoğraflara çok güzel yansıyorlar