31 Mart 2014 Pazartesi

Okumadan Geçmediklerim






Bu Mim denen şey nasıl güzelmiş, çok hoşuma gitti. Blog yazarlarının sayfalarında gezen Mim'ler sayesinde çok güzel bloglar keşfettim, takip ettiğim blog yazarları hakkında ise farklı bilgiler öğrendim. Aklınızla bin yaşayın...






Sevgili DÖRDÜNCÜ TEKİL ŞAHISDEEP TONEBURCU'NUN DÜNYASI ve KİTAPSIZ KEDİ beni mimlemişler. Önceki mimimde olduğu gibi (TIK TIK) bu mimde de bir havalar, bir sevindirik olma halleri, başkalarının sayfalarında yer bulabilmiş olmanın gruru derken toparladım kendimi :)

Mim'in konusuna gelince... Takipte olduğumuz, okumadan geçmediğimiz blogları paylaşıyoruz. Bu sayede yeni bloglar keşfedip, kooocccaaamann bir okuma grubu oluyoruz :) Bir sayı sınırlaması olmadığını düşünüyorum ama ben kendi kendime bir sınır koyma niyetindeyim. Aksi halde listem sayfalara sığmaz uzar giderdi. Dedim ki sınırım 15 olsun, yetmedi 18'de durdurabildim kendimi... Bu nedenle okuduğum, yorumlar bıraktığım, zevkle takip ettiğim ama aşağıdaki listede bulunmayan yazarlar çok var. Bence sizler de aşağıya yorum bırakınız ve bu mimi yapınız ki daha da güzel olsun ♥

Dördüncü Tekil Şahıs

Deep Tone

Kedili Evin Tarzı

Burcu'nun Dünyası

Depresif Ayu

xCoach

Shingetsu'nun Pisili Dükkanı

All Good Things

Bücürük ve Ben

Gökkuşağı Dosyası

Evde Yazar

YumiYum

İnsan Yavrusu

Evimi Seviyorum

Bir Türkün Hollanda ile İmtihanı

Ahu Kader

Emrah Özdemir

Tek Derdim: Ne Giysem?



28 Mart 2014 Cuma

Seçme Hakkımız







Hepimizin malumu, Pazar günü yerel seçimler yapılacak. Eminim hepimiz vatandaşlık görevimiz ve hakkımız olan oy verme işini yapacağız. Hepimizin "bir oy"u, ülkemizin kaderini şekillendirecek. Lütfen "bir oy"unuzu esirgemeyin, 5 dakikanızı alacak oy verme görevinizi, hakkınızı yerine getirin. Kime oy verdiğiniz mühim değil, kendiniz için verin, varlığınız ve seçme hakkınız için verin... Peki oy "kullanamayanlar" ne yapacak? Bir insan neden oy kullanamıyor olabilir? Pek çok sebep olduğuna eminim ama son dönemde öğrendiklerim şöyle:



YEREL SEÇİMLERDE YURTDIŞI HAVALİMANLARINDA SANDIK AÇILMIYOR
ÖNEMLİ NOT: Bu yazıyı yayınladıktan sonra sevgili A CAT FROM LONDON, aşağıda görebileceğiniz yorumu bıraktı. Havalimanında kurulması gereken sandıklar konusunda yanlış bilgi aktarmışım. Sandıklar büyükelçilik, konsolosluk ve uluslararası havalimanlarımızda kuruluyormuş. Bu sandıklarda oy kullanmak için ise yurtdışında ikamet sahibi olmak gerekiyormuş... Önce kendi bilgisizliğim, ardından da konuyu danıştığımız muhtarın gazabına uğramışım. Bu katkısından dolayı A Cat From London'a çok teşekkürler. Hepberaber daha doğru bilgiler öğreniyoruz.
Sebep? Çok zarf olduğu için karışıklık yaşanabilirmiş...
Biliyor muydunuz? Ben bilmiyordum...
Nereden mi öğrendim? Annem şuan gezi amaçlı olarak yurtdışında bulunuyor. Altı ay evvelden yaptığı programı (malumunuz biletler erken alınınca çok daha uygun fiyatlara geliyor) sebebiyle en başından beri havalimanında açılacak sandıktan oy kullanacağını düşünüyordu. Bu haftabaşında seyahate çıkmadan evvel bağlı bulunduğu muhtara gitti. Konuyu açıklayıp, hazır etmesi gereken farklı bir evrak olup olmadığını ya da bildirim yapması gereken bir kurum olup olmadığını sormak için... Muhtardan yukarıdaki yanıt geldi... Oy kullanamayacaksınız denildi...  Annem bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak en büyük "hakkı" olan oyunu kullanamayacak.
GÖRME ENGELLİ VATANDAŞLAR İÇİN KABARTMA YAZILI PUSULA BASILMADI
Sebep? Bilmiyorum...
Görme engelli ya da değil, her Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının "hakkı" değil mi oy kullanmak? Hakkı...
Peki görme engelli vatandaşlar, nasıl oy kullanacaklar? Yanlarındaki refakatçi, nereye damgayı basmalarını gösterirse, oraya basacaklar... Bu refakatçi, kişinin yanında istediği (tanıdığı) birisi olacaksa ve güveniyorsa, tamam diyelim (bu bile oy kullanmanın gizlilik ilkesine aykırı bence). Eğer ki sandık görevlisinin refakatı mecbursa, oy kullanan kişi, görevlinin iyi niyetine nasıl güvenecek... Peki güvenmek zorunda mı? Kendi "gizliliği" içerisinde oy vermeye hakkı yokmu...?
FİZİKSEL ENGELLİLER İÇİN OY KULLANILACAK OKULLARIN ÇOĞUNDA RAMPA BULUNMUYOR
Sebep? Adaletsiz Türkiye...
Tekerlekli sandalyeyle hareket etmek mecburiyetinde olan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı, oy kullanacağı okuldaki merdivenleri nasıl çıkacak, nasıl oy kabinine girecek? Başkalarının yardımıyla ancak...
Bu bahsi geçen okullardaki problem her gün için geçerli... O okulda okuyan, okuyacak engelli bir öğrenci, nasıl tırmanacak merdivenleri? Nasıl lavaboyu kullanacak? Okumayacak mı?
Hepimiz oy kullanalım... Atatürk'ün bizlere verdiği seçme hakkımızı kullanalım... 

26 Mart 2014 Çarşamba

Gecikmiş "Mim"





Sevgili DÖRDÜNCÜ TEKİL ŞAHIS beni de mimlemişti geçen hafta. Böyle kendini bir mühim hissetmeler, bir havalar yaşadım ki sormayınız :) Söz verdim Pazartesi yayınlayacağım diye ama araya atlayamacağım, güncel bir olay girdi onu yazdım (TIK TIK). Bu nedenle daha da gecikmeden soruları yanıtlamak isterim :)






1. NEDEN "KIZLI ERKEKLİ KEDİLİ"?
Her yeni blog yazarı gibi ben de harıl harıl blog ismi arıyordum. Beni ve yaşadıklarımı, düşündüklerimi anlatsın istedim... Tam o dönemde de "Kızlı Erkekli" tartışmaları tavan yapmış, hepimizin ağzına deyim olmuş, her alanda üzerine tartışmalar yapılıyordu. E biz de eşimle beraber Kızlı-Erkekli yaşıyoruz evimizde, bir de kedilerimiz var... O zaman bloğum da benim hayatımı, yani "Kızlı Erkekli ve Kedili" yaşamımı anlatsın istedim. Bence çok güzel oldu, çok seviyorum ne yalan söyleyeyim :)

2.HAYAT FELSEFENİ BELİRLEYEN SÖZ?
"Invest Your Money in Beautiful Memories" "Paranı güzel anılar için harca" Duncan Penn
Hepimiz bir şekilde çalışıyoruz, paralar kazanıyoruz. Kazandığımız paralarla ihtiyaçlarımızı karşılıyoruz. Doğal olarak bir miktar paramızı da zevklerimize harcayacağız, kendimizi mutlu edeceğiz. Ama günümüzde paramızı "mal"a yatırıyoruz. Yani; yeni kıyafetler, yeni evler, arabalar, koltuklar, cep telefonları alıyoruz... Elimize fazladan bir para geçtiğinde hemen telefonumuzu üst modeliyle değiştiriyoruz. Ama onlar eskiyor, çöp oluyor seneler sonra. Bu mallara ayırdığımız paralarımızı, sevdiklerimizle, ailemiz ya da istediğimiz kişilerle beraber yaratacağımız anılara dönüştürmek daha iyi olmaz mı? Tatillere gitmek, belki konsere, belki akşam yemeğine... Bol bol fotoğraf çekmek, sohbetler etmek, kahkahalara boğulmak... 80 Yaşımıza geldiğimizde ise yine benzer bir yemek sofrasında "Ne güzel bir tatildi o... Hani çocuklarla şöyle yapmıştık, bunu yemiştik..." derken bir yandan da fotoğraflarımıza bakıp gülümsüyor olmak... Yani paramızı maddi değil, manevi şeylere, tecrübelere yatırmak... Bence tüm mesele bu...

3.HAKKIMDA 3'Ü DOĞRU, 1'İ YANLIŞ ŞEY (Orjinalinde yanlış olanı okuyucu buluyor ama ben kimseyi zorlamayayım, 4 tane doğru şey yazayım, temiz olsun)

♥ Blog yazmaya başladıktan sonra anladım ki yazmaktan başka, beni kendi fikirlerimle dinlendiren, düşündüren başka bir eylem yok.

♥ 2-3 Sene öncesine kadar çok iyi bir kitap okuyucusu olmama rağmen şuan kitap okumakla ilgili sıkıntı yaşıyorum. Dönemdir, geçer diyorum, üstüne gitmiyorum...

♥ Teknolojik konularda biraz(!) beceriksizim... Zamanında, bilgisayarda karşıma çıkan her uyarıya "tamam" diye tıklamaktan dolayı pek çok kez bilgisayarlarım çökmüştür.

♥ 6-16 Yaşlarımda 10 sene boyunca profesyonel yüzücüydüm. Türkiye şampiyonluklarım, rekorlarım var... Şimdi ise hımbıl bir yetişkinim :)

Ben bu Mim'i yanıtlamak için geç kaldığımdam dolayı, blog dünyasında tanıdığım herkes mimlendi sanırım :( Tam da bu nedenle, bu yazıyı okuyan her blog yazarını mimliyorum, lütfen isteyen herkes soruları yanıtlasın. Hatta şöyle yapalım, yanıtladığınız yazılarınızın linklerini de aşağıya yorum olarak bırakırsanız, ben de okurum ♥

24 Mart 2014 Pazartesi

SINAV VAR

Bu sabah işe gitmek için yola çıkmadan evvel haberlere bir baktım. Dün gerçekleşen YGS sınavı ile ilgili bir haber çıktı. İstanbul Zeytinburnu Anadolu Lisesi'nde sınava giren öğrencileri ve ailelerini gösteriyordu ekranda. Hem öğrenciler, hem aileler ağlıyorlar, bağırıyorlar, isyan ediyorlar. Neden? Çünkü sınav günü ve saati sebebiyle Nevruz kutlamalarına denk gelmiş. Okulun önünde havai fişekler, davullar, zurlanalar, bağırışlar... Çocuklar ne sınava konsantre olabilirmişler, ne de bütün senenin çalışmalarının hakkını verebilmişler. Sonunda herkesin siniri bozulmuş, ağlamalar, isyanlar...

Kalabalığın sebebi Nevruz olunca ve bu nedenle de işin içerisinde Kürt/Türk mevzusu olunca, aileler kalabalığa "Sessiz olun, sınav oluyor çocuklar!" diye bağırdığında karşılarındaki kalabalık da asabi bakışlarla karşılık verip, devam ediyorlar. Hatta artık çileden çıkmış bir anne haykıra haykıra bağırmak "Sessiz olun" demek istese de diğer anneler ağzını kapatıyorlar. Neden? Kürt/Türk mevzusunda gerilmiş toplum, birbirinden çekiyor, "Bağırırsam yanlış anlarlar, kalabalıklar da hem, korkuyorum" hissi yaşanıyor. Bu nedenle kalabalığa bir uyarıda da bulunurken çekiniyorlar. Aralarından bir anne ve bir baba, ellerindeki kartona kocaman "Sınav var" yazıp, caddenin başında 3 saat boyunca durmuş ama tabiki işe yaramamış...




Bu esnada etrafta bir güvenlik, polis, yetkili kişi var mı? Yok... Kalabalığı kontrol altında tutacak, havai fişek patlatmayın, sessiz olun diyecek kimse yok... Ya da baştan önlem alıp da okulun bulunduğu caddeyi göstericilerin girmeyeceği bir hale getirecek kimse var mı? Yok... Peki polisler nerede? İstanbul'da aynı gün içerisinde düzenlenen, iktidar ve muhalefet partilerinin mitinglerinde konuşan başkanları mı koruyorlar? Bence evet... Bilhassa en kalabalık polis grubunun, güvenliği konusunda çok büyük endişe duyan başbakanı koruduğu düşünüyorum. Mitingi sırasındaki polis sayısını tahmin bile edemiyorum... Ayrıca çocukların aileleri sürekli olarak 155 Polisi aradıklarını "Haberimiz var, hiçbir şey yapamayız" dediklerini söylüyorlar...


İşte halkın emekleri, eğitim için harcadıkları paralar, gencecik çocukların stresi bu kadar önemli ülkemizde... Bu sırada çocukların yanında sadece görevli öğretmenler olmuş. Çocuklara pamuk vermişler, kulaklarını tıkasınlar diye! Görevli öğretmenlerin de ellerinden bir şey gelmiyor ki... Ne yapsınlar...

Sonunda ne olmuş? Hiç... Çocuklar sınavdan çıkmış, gözyaşları ve isyanlar... Aileler de işe yaramayacağını bildikleri halde sınav bu öğrenciler için yeniden tekrarlansın diye imza toplamışlar aralarında...

Özür dileriz çocuklar. Sizin için daha bilinçli bir toplum yaratamadık, hatta sizden bilinçli olmanızı istedik. Daha korumacı bir devlet, polis yaratamadık, hatta polise karşı kendinizi koruyun dedik... Bu yaşananlar da aslında ülkemizde şuan çok daha büyük bir sınav içerisinde olduğumuzu gösteriyor ama sınavı olan çocuklar değil, bizleriz...

** Sözcü Gazetesi'nin olay hakkındaki haberine bakmak isterseniz TIK TIK



21 Mart 2014 Cuma

Paris'te Geceyarısı

Geçen haftasonunu eşimle beraber birbirimize ve evimize ayırdık. Arada böyle yapmak gerekiyormuş... Başbaşa, belki ufak bir kahve ya da kahvaltı için dışarıya çıkıp, evde dinlenmek, bir o koltukta bir bu koltukta uyuklamak, bol bol film seyretmek, abur cubur yemek, sohbet etmek... İşte biz bunu yaptık, birbirimizin ve evimizin tadını çıkarttık... Böyle bir haftasonunun tacı da birbirinden güzel filmler, diziler oldu... Hani battaniyeye sarılıp, bir yanına sevdiğin, diğer yanına pisiciklerini aldığın; çayla ve çerezle taçlandırılan cinsinden... 

İzlediğimiz filmlerden birisi bizi çok etkiledi "Midnight in Paris" (Paris'te Geceyarısı)... Paris'i henüz filmler dışında görememiş olsam da, kalbimde yeri başkadır... Kim bilir, hayat süprizlerle dolu, yolumuz düşer bir gün Paris'e ♥

Lafı her zamanki gibi fazla dolandırdım, kusuruma bakmayınız... Bahsi geçen filmin, fragmanını aşağıdaki videodan izleyebilirsiniz. Yazımın bundan sonrasında filmle ilgili konuya girip, kıssadan hisse yapacağım. Eğer ki derseniz "Ben bu filmi izleyeceğim, hakkında bir şeyler duymak istemiyorum" o zaman bu yazı pek size göre değil, izledikten sonra beklerim :) 

Filmdeki karakterimiz, kendini mutlu varsaydığı ama aslında mutsuz olduğu bir ilişki içerisinde kalmış; hatta nişanlanmış ve evlenme arifesinde. Nişanlısı güzel mi güzel hanımefendi ile düşünceleri, hayata bakışları ve beklentileri o kadar farklı ki... Beyimiz 1920'lerin Paris'ine aşık, Paris'te yağmurlu havalarda yürüyüş yapmak isteyen, hatta Amerika'dan taşınıp Paris'e yerleşme hayali kuran bir karakter Malesef ki nişanlısı, bu hislerinin hiçbirine ortak olamıyor... 

Karakterimiz hayatından sıkıldığı, yakalayamadığı mutluluğunun sebebini yanlış yılda yaşıyor olmasına bağladığı bir sırada, "bir şekilde" her akşam düzenli olarak 1920'lerin Paris'ine gitmeye başlıyor. Ünlü yazarlarla tanışıp, partilere katılılıp, dönemin tüm cazibesini yaşarken o yıllardaki bir kadına aşık oluyor... Yazar dostunun dediği gibi "Bir kadını öperken ölümden korkmadığını, ölümsüz olduğunu hissetmelisin" duygusunu yaşadığı bir kadın...

Karar veriyor ki 1920'lerde daha mutlu... Aşık olduğu bu kadına, bu güzel haberi vermek ve artık 1920'lerin Paris'inde kalacağını söylemek için gittiği bir akşamda, aşık olduğu kadın da "Aslında Paris'in altın çağı daha eskiler, ben daha eski bir dönemde yaşamak istiyorum." diyor ve yine "bir şekilde" biraz daha geçmişe gidiyorlar. Gittikleri yılda kalmak istiyor kadın... İşte bu noktada karakterimiz olayı çözüyor "Herkes daha eskide yaşamak istiyor, mutlu olacağını düşünüyor. Mutsuz olduğumuz "yıl" değil, içinde bulunduğumuz durum aslında..." Bu keşfini kadına anlatmaya çalışsa da kadın o yılda kalmaya karar veriyor ve karakterimiz de 2000'lere, yani kendi yılına geri dönüyor. 

Bu defa mutluluğunu yanlış yılda yaşıyor olmasına bağlamak yerine, bulunduğu yılda daha mutlu olmaya çalışması gerektiği için ilk iş olarak nişanlısından ayrılıyor ve Paris'e yerleşme kararı alıyor. Hayatını düzene koyduğu ve mutluluk için adımlar attığı sırada onunla aynı hayalleri ve zevkleri paylaşan Paris'li bir kadınla tanışıyor...

Film bittikten sonra düşündük biz de bir süre.... Önemli olan şuan içerisinde bulunduğumuz zamanı güzelleştirmek, hayatımızdaki insanla aynı hayalleri paylaşıyor olmak... Böyle birisini bulduysak sıkı sıkı sarılalım ve beraber kurduğumuz hayalleri bir bir gerçekleştirmeye çalışalım... Eğer ki böyle birisini bulamadıysak da aramaya devam edelim. Nasılsa bulamadım diyip de asla ve de asla "Bari bu olsun"la yetinmeyelim...

19 Mart 2014 Çarşamba

İyi ki Doğdun Babacığım

Bugün babamın doğum günü... İyi ki doğdun babacığım! 

Babam düzenli olarak blog yazılarımı okuyor. Tam da bu nedenle biliyorum ki bu yazımı da okuyacak. Akşama doğum gününü kutlamadan önce ön hazırlık olsun istedim :)

Babam için doğum günleri önemli değildir (en azından kendi doğum günü diyelim), hediye de sevmez, kutlama da sevmez... E biz ne yapacağız o zaman, kutlamayacağız mı? O da olmaz, kutlamak istiyoruz! Her sene çok zorlanıyoruz, ne yalan söyleyeyim :) 

Eskiden her doğum gününde gömlek alırdık, renk renk, farklı farklı ama hep aynı marka... Yazık, erkeklerin kaderi bu, hediye alması zor, beğendirmesi ayrı zor... Son yıllarda ise emekli olduğu ve senelerin birikmiş gömleklerine sahip olduğu için hediye konusunda spor giyime geçtik :) Eşofmanlar, sweatshirt (Türkçe karşılığı nedir, bulamadım), tshirt gibi günlük giyimden gidiyoruz... Bu sene henüz bir şey bulamadık, değişik olsun istiyorum ama sonunda yine aynı şeylere dönmekten korkuyorum... Bakalım...

Babalar önemlidir insan hayatında... Çok çalışırlar, günlerce görmediğin olur bazen ama bilirsin ki gelir, ihtiyacın olduğu zaman korur seni... Benim babam da öyledir. Çok çalıştı, şaka yapmıyorum günlerce görmediğim oldu, hiçbir şeyimizi eksik etmemek için bizimle geçireceği vakitlerinden feragat etti... Bunun sonucunda aslında ben de babamla geçireceğim vakitten feragat etmiş oldum... İstermiydim, istemezdim tabi..

Onu tanıyamadım, o da beni tanıyamadı. Beraber anılarımızın sayısı azdı, hatırlayıp gülümseyebileceğimiz, kenara karalayabileceğimiz hikayelerimiz pek olamasa da geçmiş ile ilgili değiştirebileceğimiz bir şey olmadığını hepimiz biliyoruz. Bu nedenle kaybettiğimiz zamanlara üzülmek yerine, bu yaşımızdan sonra birbirimizi tanımaya çalışıyoruz. Anlaşmazlıklarımızı unutup, birbirimizi kabul ederek yeni bir ilişki oturtmaya çalışıyoruz... Sadece bolca zaman ve istek gerekiyor... Biz de babamla bu mesaiyi harcıyoruz ve çok iyi bir yolda devam ediyoruz ♥

İyi ki varsın babacığım, iyi ki doğmuşsun! Nice mutlu, sağlıklı ve beraber geçireceğimiz yıllara!






17 Mart 2014 Pazartesi

Erkek Adam Topuklu Ayakkabı Giyer mi? Giyer Cancağızım!

Geçtiğimiz hafta Pazartesi akşamı ülke gündemini seyretmekten, içimizin sıkılmasından bıktığımız anda Kanal D'de yayınlanan "X Factor: Star Işığı" programına denk geldik. Güzel sesler var hakikaten, biraz bakalım, efkarımız dağılsın istedik...

Gençler, 27 yaş üstleri ve gruplar derken, izliyoruz, izliyoruz... Gruplar tek tek şarkı söylüyorlar, 6 sandalye var, Emre Aydın da beğendiği 6 grubu belirliyor ve sandalyeye oturtuyor. Birini oturtuyor, birini kaldırıyor, ötekini oturtuyor, birini eliyor, ötekini oturtuyor... Bu esnada diğer gruplar sahnede şarkılarını söyleyip yarışırken, seçilen ve sandalyeye oturtulmuş grupları ve üyelerinin heyecanlı yüz ifadelerini, birbirleriyle konuşmalarını, gülen yüzlerini tek tek, uzun uzun gösteriyor kamera, bir kişi hariç! "Enka Mutfağı" isimli grubun solisti Enka, hariç! Neden? Bir defa bile tek başına göstermediler ekranda! Çünkü makyajlı, topuklu ayakkabı giymiş, kocaman küpeleri, boyu posu ve şahane bir enerjisi var, ondan! Erkek adam yapar mı öyle? Halkın namusu kaçar, yoldan çıkar, ülkedeki bütün adamlar "Ay ne güzelmiş, ben de topuklu ayakkabı giyeyim, bir de makyaj yapayım" der, sokaklar arsızlık ve namussuzlukla dolar! Biz iyisi mi sansürleyelim bu adamı! Öyle mi?

Yarışma için çekilmiş ama ekranda kısacık gösterilmiş tanıtım videolarının sansürsüz hali


Konu ile ilgili sinirimi üzerimden attıktan sonra daha aklı salim bir şekilde size konuyu anlatmak isterim. Bahsi geçen ve sansürlenen grup hakkında genel bilgi için yukarıdaki videosunu izleyebilirsiniz. Yaptıkları müzik ve giyim tarzları, Dünya çapında ünlü Azis'e benziyor. Müzikleri benim şahsi tercihim olmasa da helal olsun diyorum; günümüz Türkiye'sinde böyle işler yapan ve farklı olan herkesi sonuna kadar desteklerim! 

Yaptıkları müziği, kıyafetleri beğenirsiniz beğenmezsiniz ama madem ki televizyona çıkarttınız, o ekranda herkes kadar göstereceksin! Hem yarışma reyting alsın diye koy bir kenarda dursunlar, hem de ekranda gösterme... Ayıp...

Bu sabah bu yazıyı yazmak için internete girip, haklarında araştırma yaptığımda öğrendim ki seçmelerdeki görüntüleri de televizyonda sansürlü yayınlanmış. Sansür dediğimiz şeyi kare kare, sigara sansürü gibi düşünmeyin; kısaltılmış görüntüler, kesilip biçilmiş, diğer yarışmacılara göre mini minnacık yayınlanan klipler olarak düşünün... Ayrıca internetteki videolarının altına yazılan yorumları dile getirmek bile istemiyorum. Ahlak ve namustan bahseden "adam"ların klavyelerinden çıkan kelimeler, insana ahlak ve namusu sorgulatıyor. Eğer ki Enka'yı sansürlerken amaç, bu yorumları yazan "adam"ların ahlakı kaçmasın diye önlem almak ise hiç endişelenmeyiz sevgili Kanal D yöneticileri, bu adamlar için en uzak şey, ahlak...

"Nerdesin Aşkım?" "Burdayım Aşkım!"

Türkiye'de hangi konuda özgürüz, her şey sansür, her şey kısıtlı dediğinizi duyar gibiyim. Evet, doğrudur, aynen öyle... İşte tam da bu sebeple birbirimize destek olup, tüm farklılıklarımızı-normalliklerimizi kucaklamamız, dile getirmemiz, dile getirenleri alkışlamamız, herkesi-her tercihi-hepimizi "insan" görmemiz gerekiyor. Çünkü hepimiz insanız...

Dip Not: O nasıl bir topuktur öyle!! Bir de teklemeden, zıp zıp dans etmeler falan... Bana giydir, direkt öne doğru devrilirim :) Emeğine, enerjine, yaratıcılığına ve duruşuna sağlık ♥








14 Mart 2014 Cuma

Önümüzdeki Hafta, Ay,Yıl... Daha Güzel Olsun...

Size bugün de yazı yazmak istedim, oturdum bilgisayarın başına ama yazamadım... Ne yazsam hafif geldi, saygısızlık gibi hissettim, bilemedim... Pazartesi, Çarşamba ve Cuma düzenimi biliyorum ama bu hafta beni affedin, size güzel yazılar veremiyorum... Umuyorum ki önümüzdeki hafta Pazartesi gününden itibaren, normal düzene döndüreceğim kendimi.

Evimizde de durum farklı değil. Eve gelir gelmez, ofiste yarım saat evvel kapattığımız internet haberlerini televizyonda açıp, kah üzülüp, kah sinirlenip geçiriyoruz günlerimizi... Bizim durumumuz Çakıl ve Pisi'ye de yansıyor ki onlar da bu kadar ilgimizi çeken televizyon ile daha fazla haşır neşir olmaya başladılar. Bilhassa Çakıl'ımız televizyonun önüne oturup uzun uzun seyrediyor, seyrediyor, seyrediyor... Anlamaya çalışır gibi kafası bir o yana, bir bu yana deviriyor... Sonunda o bile sıkılıyor...

Hepinize olabildiği kadar güzel bir haftasonu diliyorum. Önümüzdeki haftaların, ayların, yılların daha güzel olmasını temenni ediyorum... Hepimiz çok yorulduk...

Sevgilerimizle,


"Şimdi bunlara montaj diyorlarmış. Bir de ben dinleyeyim bakayım... Yok, değilmiş..." diyor Çakıl...



12 Mart 2014 Çarşamba

"Dur, Yapma!" Diyemedik

Çok üzgünüz ama çok da suçluyuz... 

Yapanlara DUR diyemedik... O daha küçücük bir çocuk, DUR, YAPMA diyemedik... Berkin'in babası "Binlerce Berkin'im oldu" dedi ama bu defa hakkını verebilecek miyiz? Kendimizi affettirebilecek miyiz? "O kargaşada çocuğun sokakta ne işi var?" diyenlere karşı durabilecek miyiz? Yapabilecek miyiz acaba?

Çok üzgünüz ama çok da suçluyuz...



10 Mart 2014 Pazartesi

Teşekkürler ♥


Bugünkü yazımı, şuan bu blog sayfamı okuyan herkese teşekkür için ayırmak istedim. Takip edenlerinizin bildiği üzere geçen haftaki yazılarımı tüm kalbimle, güzel kedilerimiz hakkında yazdım. Hazırlıkları sırasında çok keyif aldım, eski fotoğraflarına daldım, yazacağım şeyleri sıralarken de bebekliklerinden beri yaşadıklarımızı hatırladım bir bir. Sizler okurken keyif aldıysanız, ne mutlu, çünkü ben yazarken katlarca keyif aldım. 


Yazıları yayınladıktan sonra bıraktığınız yorumlar, mailime düşen özel mesajlarla sayenizde bulutların üzerinde bir hafta geçirdim. Hepinize çok teşekkür ederim! Hele ki Pirinç kızımızın hikayesindeki yorum ve mesajlarınızla beni utandırdınız, duygulandırdınız... Haftasonu anneme uğradığımda, yorumları henüz okuyamamıştı. "Annemcim, yorumları oku, senin için de yorumlar var" dedim. Uzun uzun okudu, çok duygulandı. "Biz öyle normal bir şey olarak yaptık ki, insanlar için bu kadar kıymetli olduğunu anlayamamışız" dedi ve sizlere kocaman bir teşekkür etmemi istedi!

Blog dünyasına iyi ki girmişim, iyi ki sizleri tanımışım, iyi ki en keyif aldığım şey olan yazı yazma işini buraya aktarmışım... Hepiniz öyle güzel yürekli insanlarsınız, farklı farklı alanlarda öyle güzel meziyetleriniz var ki, inanılmaz... Blog sahibi olanlarınızın yazılarını düzenli takip etmeye çalışıyorum. Her gün yazılarınızdan pek çok farklı konuda yeni bilgiler öğreniyorum, hikayelerinizle ve aktardığınız olaylarla bir gün duygulanıp, bir gün mutlu oluyorum. Farklı yaşamları, insanları, farkındalıkları yaşıyorum sayenizde... 

Tüm destekleriniz ve güzel mesajlarınız için yürekten teşekkür ederim.

Sevgilerimle,







7 Mart 2014 Cuma

"Pirinç" Kızımız ve "Cerebellar Hypoplasia" Hastalığı ile Yaşamak

Kedilerimizin hikayelerini paylaştığım yazılarımın sonuncusunda, en sıcakcık hikayemiz olan Pirinç kızımızın hikayesini sizlerle paylaşacağım. Pirinç kraliçemiz ile tanışmamız 2006 yılının Haziran ayında gerçekleşti.

Daha evvelki yazılarımda da aralarda bahsetmiştim, küçüklüğümden beri binbir çeşit hayvana ev sahipliği yapan, sevgi dolu bir evde büyüdüm. Köpekler, balıklar, tavşanlar, kaplumbağalar, civcivler, güvercinler, kediler, kuşlar... Pirinç ile tanıştığım zaman, evimizde Fıstık adında muhteşem bir terrier köpeğimiz vardı. O da veterinere terkedilmiş, kurtarılmış bir bebekti. Tamamen yaşlılıktan dolayı melek oldu sonrasında...

Evimizde köpek olmasına rağmen ısrarla kedi istiyordum. Ama deli gibi... Kedilerle kafayı bozmuştum, sokakta, bahçede her yerde kedi arıyordum, mıncırıyordum... Annem de doğal olarak hayvan sevgisinin de bir yere kadar olduğunu, köpek ve kediye aynı anda evde bakamayacağını söylüyordu. Haklıydı... Çünkü anneler unutmamalılar ki çocukların isteği üzerine eve getirilen, çocuklar tarafından düzenli gezdirilmeye ve bakılmaya sözverilen minik köpecikler, sonunda tasmalarıyla beraber annelerin eline kalıyorlar. Bu durumda ben de ısrarımı bitirdim, sokaktaki kedilerle yetinir, onları sever oldum.

Haziran 2006'da üniversiteye gidiyordum (başarısız bir öğrenci olunca hep bütünlemelere kalırdım, okulum yaz ortasından önce bitmezdi). Bir öğlen evden çıktım, okula gitmek için arabaya doğru yürüyordum ki yolun ortasında, yerde bir şey gördüm. "Bir şey" diyorum, çünkü ne olduğunu bile anlamamıştım. Taş desem değil, canlı desem değil... O kadar kötü bir noktada duruyordu ki bir araba geçse, eğer canlı bir şey ise anında ezilecekti. Hemen yanına koştum, baktım. Ufacık bir kedi! Kapkaka pislenmiş olmasına rağmen bembeyaz bir kedi olduğu belliydi. Hemen kucağıma aldım, eve geri döndüm. O esnada biraz baktım kediye, çenesinin altını bir yerlere vurmuş, gözlerinin etrafı iltihaplı, sesi bile çıkmıyor, hem neden yürümüyordu ve yolun ortasında duruyordu? Eve gittiğimde kucağımdaki kediyi gören annem ve babam gözlerini devirdiler. Kocaman kız "kedi buldum sonunda!" diye seviniyordu :) "Hemen yemek verelim" diyen annem, içeride süt ve ekmek hazırlayıp, bir kapta getirdi. İşte o zaman tersliği anladık. Kediciği yere bıraktığımda devriliyordu, hem de öne doğru, yana doğru... Düz bir şekilde duramıyordu! Defalarca yemeğinin üzerine devrildi, yiyemedi... Fiziksel bir problemi olmadığı belliydi, bir acısı, kırığı, çıkığı, yarası yoktu... Babam "Sen bu kediyi bulduğun yere bırak istersen, annesi bulur onu, hem bir tuhaflığı var, bence geçici bir şey değil , bizim yapabilecğimiz bir şey yok burada" dedi. Annem ise "istersen bir veterinere götürelim, neyi var anlasınlar, tedavi ettiririz, bahçede bakarız" dedi. Hemen miniği sardık sarmaladık, evimize yakın bir veterinere götürdük. Veteriner hekim baktı, evirdi, çevirdi, inceledi... "Besinsiz, kuvvetsiz, enerjisiz kalmış. Bunu eve götürün, güzel bir besleyin, sevin, hiçbir şeyi kalmaz, fiziksel hiçbir problemi yok" dedi. Gözü ve çenesi için ilaç verdi, vitamin takviyeleri verdi ve bizi postaladı. 

Bu durumda eve götürmek farz oldu, bakacaktık ve iyileştirecekti, ardından da bahçeye bakacaktık. Bir süre çok büyük bir karton kutuda baktık, aksi halde yürürken düşüp kendine zarar verecek diye endişelendik. Güzel mamalarla besledik, vitamin takviyeleri yaptık, yıkadık pakladık, hep çok sevdik. Biraz gözlerini açıp, temizlenince de badem gözlü, bembeyaz biz yavru çıktı o pisliğin altından. İlk bulduğumda da pirinç tanesi kadar olduğu için bembeyaz bir bebeğe yakıştığını düşündüğümüz "Pirinç" koyduk adını. 

Ancak denge problemi devam etti, hala öne ve yana doğru devriliyordu. Bu problemle beraber pek çok sorun da ona eşlik ediyordu. Dengesini bulamadığı için yemek yemekte zorlanıyordu, kum kullanamıyordu, her çiş ve kakadan sonra temizlemek zorunda kalıyordum. Bu şekilde sokakta ölüme de bırakamazdık, bu sağlık problemiyle yaşaması da onun için ızdırap olabilirdi, mecburen bizimle kaldı...

Bu esnada o "iyileşir" diyen veterinere değil, kendi evimize gelen, senelerdir hayvanlarımıza bakan veterinerimizi çağırdık. Eve geldi, Pirinç'i iyice muayene etti. "İyileşemez. Anneden bebeklere geçen ve direkt beyine yerleşen bir virüs sebebiyle böyle. Hastalığının ismi ise Cerebellar Hypoplasia. Bu hastalık insanlarda da görülebiliyor. Bu noktadan sonra virüsun verdiği hasar kalıcıdır. Şuan için ancak bütün parazitlerini dökmeye ve denge problemini biraz daha azaltabilmek için bol bol vitamin ve kemik takviyesi yapmaya çalışacağız. Kemikleri ve kasları kuvvetli olmazsa çok zorlanır. Ardından da onun kendi hastalığına adapte olmasını ve daha iyileşmesini bekleyeceğiz." Hepimizin tek sorusu "Acı çekiyor mu?" oldu. Veterinerimiz "Hastalığı dolayısıyla acı çekmiyor. Ancak denge problemi sebebiyle düştüğünde zorlanacaktır" diye yanıt verince, en azından o durum bizi mutlu etti. 

İlaçlarla ve bol sevgiyle ufak ve yavaş iyileşmeler gözlemledik. İlk başta titreyen ve sabit tutamadığı kafası, daha az titremeye başladı. Öne attığı taklalar ve devrilmeleri çok küçük adımlarla azaldı. Biraz daha sabit oturabilmeye, kum kullanabilmeye başladı. Normalde devrilmeden adım atamazken, bir adım, iki adım atıp da ondan sonra devrilmeye başladı. Bu güzel iyileşmelerle birlikte bilhassa tuvalet konusunda çok problem yaşadık. Tahminimiz o ki vücuttaki problem sebebiyle, farklı noktalar da buna adapte olmaya çalışıyorlardı. Kendi kendine yetemediği için, yürümek, koşmak isteyip de koşamadığı için ve sürekli bana bağımlı olduğu için çok sinirliydi. Psikolojik problem seviyesinde asabiydi, ellerim hep yara içerisinde tırmık izlerinden arınmazdı. O kadar derin yaralarım olmuştu ki, hala ellerimde ve kollarında bazılarının izleri duruyor. Bu sinirlilik halinin dışında sürekli bağırsakları bozuktu. Düşünsenize sürekli ishal olan bir pisicik ve sürekli üzerine devriliyor. Bazen günde 2-3 defa yıkadığım oluyordu (biliyorum çok sağlıksız ama mecburdum, aksi halde kendi pisliğinden mikrop kapacaktı). Şansımıza bu yıllarda okulda devam mecburiyetim olmadığı ve sene uzattığım için okula sadece sınavdan sınava gidiyordum. Bu sayede de 7/24 Pirinç ile ilgileniyordum, kimseye el sürdürmüyor, gece bile başında nöbet tutuyordum. Zaman zaman hem psikolojik, hem de fiziksel olarak çok zorlandım, vazgeçmeyi düşündüm, "Bu hayvancık 10-15 sene böyle yaşayamaz, ona bu işkenceyi çektiremem, uyutacağım" bile dedim.. Yapamadım tabi... 

Pirinç'i bulmamın üzerinden 2 sene geçti, kocaman, çok güzel bir kedi oldu. Her anlamda daha iyiydi. Psikolojisi hala gel-gitli olmakla beraber daha iyiceneydi, fiziksel olarak çok kuvvetli, dengesi anlamında ise hala çok yol alıyordu. Aynı zamanda bu problemini kendisi de kabul ettiği için vücudu da o problemine göre kendi yönlemlerini buldu. Tam devrilecekken, oturmayı öğrendi mesela. Bu sayede daha az düşer oldu. Annemlerin evinde 10 metrelik bir balkonları var. O balkonun parmaklıklarını tavuk çitiyle kapladık ki parmaklıkların arasından aşağıda düşmesin (Dengesi olmadığı için bir anda devrilip düşebiliyor.). Bu sayede bol bol balkonda vakit geçirdi, hava aldı, geceleri dışarıda uyudu (Annem ona çok güzel kocaman bir kulübe de yaptı ki dışarıda durduğunda üşümesin.). Her anlamda bu 2 senelik süreç, devrim niteliğinde oldu. Bu iki senenin ardından hayatı kurtuldu, devrile devrile de olsa, normal yaşamaya başladı...

Böyle böyle seneler geçti, sağlıkla devam etti hayatına. Ailemizin gözbebeği oldu, öyle çok sevdirdi ki kendini... Ardından evlenmem sözkonusu olunca ne yapacağımı şaşırdım. 2012 Yılına kadar, yani 6 sene boyunca ben ilgilendim, sevdim onu. Nasıl yeni evime götüreceğim? Pirinç için evdeki her şey onun düzenine göre hazırlandı. Yattığı yer, balkonu, odaları... Hem annem-babam emekli, uzun saatlerini evde geçiriyorlar, Pirinç ile ilgilenebiliyorlar. Ben yanımda götürürsem, ilgilenemem (normal kedinin 10 katı ilgi istediğini hatırlatmıyorum). Tüm bu düşünceler ve ailemle de yaptığımız konuşmalar sonunda Pirinç'in orada mutlu olduğuna ve yerini değiştirmememiz gerektiğine karar verdik. Pirinç'i annemlerde bıraktım. İyi ki de bırakmışım!

Ben gittikten sonra daha da mutlu oldu! Meğersem beni kardeşi ve rakibi gibi görüyormuş diye düşünüyoruz. Artık sinir krizi atakları tamamen bitti, yaşının da ilerlemesiyle her geçen gün daha sakinleşti ve olgun bir kedi oldu. Şuan pamuk gibi, sağlıklı, öyle mutlu bir kedi ki! Tabiki hala denge problemi var, devrilmeden yürüyemiyor, koşamıyor... Ancak hastalığıyla yaşamayı öğrendi...

Tüm bu süreçte annem-babam, sevgileri ve emekleriyle Pirinç'e sahip çıktılar. Her zaman Pirinç'i hayata tutundurmak için çaba gösterdiler ve Pirinç'in asıl anne-babası onlar ♥

**Önemli Not: Yazımın en alt kısmına Cerebellar Hypoplasia hastalığının ufak videolarını ve İngilizce bilgi içeren bir linki koydum. Köpekler-kediler de dahil tüm hayvanlarda ve insanlarda da görülen bu hastalıkla yaşamak, gerçekten de çok zor. Çevrede bu hastalığa sahip bir kedi-köpek görmemiş olmamanızın sebebi, malesef ki sokak koşullarında hayatta kalamamaları. Misal, Amerika'daki hayvan barınaklarında bu hastalığa sahip hayvanlar derhal uyutuluyor. Sadece bu hastalığa sahip kedileri yuvalandırmak için çalışan gönüllü dernekler ise barınaklardan hastalıklı hayvanları toplayıp, hayata kazandırmaya çalışıyorlar.

Pirinç Kraliçemizin Özellikleri:

* Bembeyaz bir kızdır.
* Kısırlaştırılmıştır. Sağlık probleminden dolayı ilk başta bu ameliyata kalkışmamayı düşündük (sürekli devrilip düştüğü için ameliyat sonrası bakımı ve iyileşme sürecinden endişe ettik) ama evde möööööaaavvv diye bağırınca, kalkıştık :)
* Önde yanlarda bulunan sivri dişleri kırıktır. Sürekli düştüğü için bazı seferlerde ağızını da yere çarpıyor ve böyle birkaç çarpmadan sonra dişleri kırıldı.
* Kısırlaştırıldıktan ve yediği mamasını değiştirdiğimizden beri çok kilo aldı. Tabi yine sağlık probleminden dolayı çok hareket edip, yağları yakamıyor. Şuan kendisine kutup ayısı diyoruz, kızıyor bize :)
* Yatağa tırmanarak çıkıp, yorganın altına girmek suretiyle bütün gün uyuyor. Eğer ki saklanma noktalarına hakim değilseniz, bütün gün evde arasanız da bulamazsınız.
* Annemlere de veterinerleri eve geliyor. Bu nedenle kapı zilinden Pisi gibi Pirinç de çok korkuyor, hemen kaçıp saklanıyor.
* Mikrodalga fırından çok korkuyor.
* Çook ağır dozda geveze bir kedi! Ona bakarak söyleyeceğiniz her kelimeye "Mav, mıv, mov" diye tek tek cavap veriri. Her cevabının tonu birbirinden farklıdır. Bu gevezeliği bir süre sonra yormuyor da değil, "Sus anacığım biraz" diye serzenişe sebep olabiliyor.
* Annemin ve babamın gözbebeğidir. Babam, eve girmiş hiçbir hayvanı sevmediği kadar çok sever Pirinç'i, hep ilgilenir. Annemin ise en favori ev arkadaşıdır, sohbetleri pek meşhurdur.
* İlk eve geldiğinde yukarıda bahsettiğim köpeğimiz Fıstık vardı. Fıstık melek olana kadar, Pirinç hayatı zindan etti köpeciğe. Üstüne atlardı, oyun oynamak isterdi ama hep üzerine devrilirdi. Fıstık'ın kolunu, bacağını ısırırdı... Ahh Fıstık neler çekti, yavrucak...
* Pirinç hanım illaki taze su ister. Her yerde suyu olsun hiç mühim değil. Bağıra bağıra su ister, kaba taze su koyulur, kıtlıktan çıkmışcasına onu içer. Anneme göre ben alıştırmışım, hep taze su verirdim. Ben de taze su severim ki :)
* Kendisiyle sarhoş diye dalga geçenlere çok sinirlenir! "Ben sarhoş değilim, hastayım!" der.

** Bu yazımda asla kendime pay çıkartmak amacında değilim. Pirinç ile karşılaştığımızda bolca vaktim olduğu için bu kadar ilgilenebildim. Aksi olsaydı, yetişemezdim. Bu süreçte tüm tebriklerimiz, hayata tutunan Pirinç'e ve onu evlerine-kalplerine kabul eden anneme ve babama gelsin ♥

Bütün kediler komik uyur ama Pirinç bir efsanedir :) Bu fotoğraf eski olduğu için çok şişman değil burada. Şuan göbeğinden dolayı böyle akrobatik hareketler pek yapamıyor :)

Ne baktın şekerim?

Otururken bile yeri geldiğinde kafası titrerdi, sabit oturamazdı. Yavaş yavaş yöntemler buldu. Bacaklarını açarak bu şekilde oturduğunda dengesini daha rahat sağlayabiliyordu :)

Melek değil de, ne :)

Başını yer seviyesine kadar indirip su içmekte ve dengede durmakta zorlanıyordu. Bu nedenle annem ona bu çözümü buldu. İkea çiçek sulama kabı :)

Pirinç'in hikayesinde Fıstık'ın fotoğrafı olmazsa olmazdı... Fıstık kızımız neler çekti bu cadıdan :)


 Yaşlar ilerledikçe evde bir huzur ve sakinlik başlamıştı :)



 Bir de Fıstık kızımızın tek başına fotoğrafını koymak isterim. Onun da çok keyifli bir hikayesi var... Yazacağım en kısa zamanda :)











PİSİ KIZIMIZIN HİKAYESİ İÇİN TIK TIK

ÇAKIL OĞLUMUZUN HİKAYESİ İÇİN TIK TIK


5 Mart 2014 Çarşamba

"Çakıl" Oğlumuz






























Eveett geldik Çakıl oğlumuza... Çakıl oğlumuz henüz 7-8 aylık, pamuk gibi ve inanılmaz iyi huylu prensimizdir. Çakıl'ı planlı yapılan ikinci çocuk gibi düşünebiliriz. Hani birinci çocuğa kardeş olsun diye planlı programlı yapılanlardan :) Pisi kısımızın BURADA anlatığım hikayesinde de bahsettiğim gibi evde tek başına olmasından kaynaklı çoook büyük mutsuzluk içerisindeydi. Tek kedi bakıyorduk ama on kediye bedeldi. Bu şekilde yaşayamayacağımızı anladık ve çözüm yolları araştırdık. İşlerimizden ayrılıp, bütün gün onunla vakit geçirme gibi bir şansımız olmadığına göre, evimizi onun için daha eğlenceli bir hale getirmeliydik. İkinci kedi fikri aklımıza yattı... Yapabilir miyiz, ilgilenebilir miyiz, olur mu derken annemlerin bahçesinde dizi dizi yavrulayan bir annenin 2 aylık bebeğini gördük. Annem anlata anlata bitiremedi, çok usluymuş, şirinmiş... Denesek, acaba uyuşabilirler mi... Pisi psikolojik sıkıntısı yüzünden çok huysuz, bu yavru da çok küçük. Acaba Pisi, ufaklığa zarar verir mi diye endişelendik. O günün sonunda karar verip aldık, önce veterinere gittik. Veteriner ile sohbetimiz sırasında, Avrupa'da çoğu ülkede tek kedi sahiplendirmediklerini, en az iki tane kuralı olduğunu söyledi. Büyük mutlulukla eve götürdük ufaklığı. Düşündük ki, anlaşamazlarsa bile getirir güvenli bahçeye yeniden bırakırız... Nasılsa kapalı bahçede, etrafta köpek ya da insan yok, sürekli besleniyorlar, annemin kontrolünde sevgiyle büyürdü.

Ufaklığın adını hiç düşünmeden Çakıl koyduk. İlk bir hafta boyunca evdeki boş odada kapalıydı. Pisi asosyal bir kedi olduğu için başlangıçta çok hırçın davrandı. Ufaklıkla kapının altındaki boşluktan bile kavga ettiler. Bu kavgalar yavaş yavaş minik pati oyunlarını, koklaşmaları getirdi. Her akşam eve geldiğimizde yarım saat kadar kucaklarımızda gezdirip, uzaktan bakışmalarını sağladık. Böyle böyle yaparak iki haftanın sonunda kavga etmez hale getirdik minnoşları. Arada yakınlaştıklarında ufak ufak atışmalar, tırmıklar, möööaaavvvlamalar olmadı değil. Kendi hallerine bıraktık, onlar kendi kendilerine zamanla güç dengelerini bulurlar diye düşündük. Gerçekten de öyle oldu... Bölgelerini, güçlerini ve en önemlisi birbirlerini kabul edip alıştılar. Pisi kızımızın yüzü yeniden güldü, sakinledi, yüz ifadesi ve bakışları değişti, bize karşı tavırları yeniden yumuşadı, huzurlu ve çok mutlu bir kedi haline geldi. Bu halini de Çakıl oğlumuza borçluyuz. Çakıl, Pisi'nin asosyalliğini, nemrutluğunu öyle güzel kırdı ki... Kırmak için de çok uğraştı, çok dayak yedi... Her yaklaştığında bir pençe yiyiyordu ama o vazgeçmedi, yeniden yeniden denedi ve sonunda Pisi de pes etti ve bu güzel hayatın tadına varmaya karar verdi...

Çakıl öyle iyi huylu bir kedi ki... Kediden çok, köpeğe benziyor aslında :) Kedi bakanlar bilir, kaprisleri vardır, burunlarından kıl aldırmazlar, istedikleri zaman istedikleri şeyleri yaparlar. Ancak Çakıl hiç öyle değil. Çok uysal, ürkek, sevilsin yeter... Bitmesine az kaldığını düşündüğümüz tek problemimiz, laf anlamaması. Henüz bebek olduğu için evimizin rutinlerini, yasakları, lafları ve hatta kendi adını bile öğrenemedi :) Müthiş yavru kedi enerjisiyle bir o yana, bir bu yana koştur babam koştur :) Nasıl bir enerji olduğunu da yavru kedi bakanlar bilirler, düz duvara tırmanıyor :)

Büyüyüp, akıllı, uslu, biraz daha tombik (o kadar hareketli ki ne kadar yemek yese de çırpı gibi) olmasını umuyoruz :) Hayatımıza katacağı güzel anıları, beraber geçireceğimiz güzel yılları dört gözle bekliyoruz...

Çakıl Prensimizin Özellikleri:

* Tam doğum tarihini bilmemekle beraber 2013 Temmuz'da doğduğunu tahmin ediyoruz.
* Standart bir sokak kedisi, cinsi yok ama hepsi gibi çok güzel.
* Yeşil hareli ve çok anlamlı bakan, masum gözleri var.
* Burnundaki koyu rengi görüp de "sümüklü oğlan" diye dalga geçmeyiniz, çok üzülür :) O koyu renk böyle, tüyleri ve burnunun yarısı... Lekeli pisicik :) O lekenin, beyimize hırçın ve marjinal bir hava kattığını düşünüyoruz ;)
* Her yavru gibi hiperaktif.
* Yine her yavru gibi laftan anlamıyor :)
* Çok zayıf, sevdiğinizde kemikleri elinize geliyor. Çocuk büyürken boya gidiyor, her geçen gün daha da uzuyor.
* Biraz korkak bir kedicik. Bazen boşluğuna gelirse bizden bile korkuyor. Saç kurutma makinesi, elektrik süpürgesi, çamasır makinesi, sert kapanan kapı, yerinden ani kalkan anne-baba, kapı zili, hapşuruk, öksürü diye gidiyor da gidiyor korkuları :)
* Korktuğunda saknama yeri: Banyodaki dolabın çekmecesi ve salondaki perdelerin arkası.
* Sesini 4 ayda 10 defadan fazla duymamışızdır. Miyavlamak ya da miyavlayarak konuşmak gibi bir adeti yok (Zaten haftasonu kedilerle ilgili bir belgesel izledik. Kediler kendi aralarında, kendi dillerinde miyavlayarak, sesler çıkartarak iletişim içerisinde olurlarmış. Ancak bize karşı yaptıkları konuşma usulü "miyav" sesini sonradan öğrenirlermiş. İnsanların yüksek sesli konuşmalarına karşı geliştirdiklerini bir konuşma şekliymiş. Bu nedenle belki bizimki de zamanla miyavlayacaktır)
* Söylenmek nedir bilmez. Kucağına alırsın mutlu olur, bırakırsın mutlu olur, ık ık pık pık yapmaz.
* Zayıflığından bahsediyor olsam da yanlış anlamayınız. Hayatımda gördüğüm en obur kedi! Her şeyi yiyebiliyor. Evvelsi gün yanlışlıkla mutfak kapısını açık bırakmışım, tezgahta küçük kase içerisinde sirkeli soslu yeşil salata vardı. Bir baktım ki oturmuş onu yiyiyor. Kedi sirkeli yeşil salata yer mi!? İğrenmeyin ama yine geçen gün kustu bizimkisi... Oturdu geri yedi... Çok fena...
* Hiç iyi bir uyku arkadaşı değil. Yatakta uyutmaz, hoplar zıplar, ayağını ısırır, kafana basar, Pisi'yi kovalar... Gece uykumuzda odamıza almıyoruz bu nedenle...
* Pisi'yi çok seviyor. Annesi, ablası gibi görüyor. Yavru kediler, temel becerileri ve günlük davranışlarını annelerinden ve yetişkin kedilerden öğrendikleri için Çakıl da sürekli olarak Pisi'yi izliyor, o ne yaparsa Çakıl da aynısını taklit ediyor.
* Korkunç bir meme emme alışkanlığı var. Sadece bana yapıyor, eşime yapmıyor... Kucağıma geliyor, gırıl gırıl kendini sevdiriyor, sonra koluma yapışıp, üzerimdeki kıyafeti emiyor, emiyor, emiyor, saatlerce... Ben de bu duruma daha fazla dayanamadım (üstüm başım tükürükten sırılsıklam oluyor), koltuğun üzerine bir defa giyerek kokumu geçirdiğim polar eşofmanımı koydum. Artık bana geliyor kendini sevdiriyor, sonra koşup poları emiyor. Ardından yeniden, yeniden :)

Beraber ilk günümüz. Heyecan ve korkuyla bakan gözler...

Birisi komik yatış mı dedi? Daha komiği varsa çıksın öne :) "Anneee bakk, televizyonda gördüm, yoga diyorlarmış, çok sağlıklıymış... Oldu mu?"


"Ben burada biblo gibi otursam mesela... Hiç nefes bile almasam, Pisi ablam da beni arasa, arasa... Sonra bbööööhh yapsam, koşsak..."

Avuç içi kadar bir varlığın getirdiği mutluluklar...


İlk başta  daha tombişti. Şimdi tam ergen, uzun ve ince :)


Büyük aşk yavaş ama emin adımlarla geldi. Oyundan yorgun düşme anı...

Evdeki tüm muzurlukları Pisi ablası öğretiyor. Nerelere çıkılır, ne yaramazlıklar yapılır... "Bak kardeşim, bu delikten zaman zaman garip sesler gelir. Rivayete göre, içinde küçük minik miniminnacık kedileri yiyen bir canavar varmış!"

Camın önündeki kuşlar beraber izlenir. Pisi'nin ne kadar iri bir kedi olduğunu söylemiş miydim?

"Abla, bir tur daha koşalım mı noooluuurrr?" "Iııhh, yoruldum ben"

"Abla bak, fotoğraf çekiyorlar! Baksana sen de yaaa!"





3 Mart 2014 Pazartesi

"Pisi" Kızımız

Önemli Not: Bu yazım, uzunluğu sebebiyle umarım ki sizleri sıkmaz. Konu kedilerimiz olunca sayfalarca anlatasım geliyor, durduramıyorum kendimi :)

Sizi evimizin prensesi, Pisi kızımızla tanıştırayım! Pisi'nin adıyla dalga geçmemenizi rica ederiz, zira kendisi çok bozulur :) Şaka bir yana, zavallının adı resmen Pisi kaldı, dandik mi dandik... Eve ilk geldiğinde Prenses dedik, prenses gibi nazlı diye. Baktık bi Prenses ismi ağızımıza oturmadı, şuan hatırlayamadığım bir dünya isim taktık hayvancağıza. Sonunda "Ehh yetti artık, çocuğumuz olsa adına daha kolay karar verirdik" dedik ve Pisi demeye başladık :)
Evlendikten sonra kedilerden çekinen bir adamla beraber olduğum gerçeğiyle yüzleştim. Evet korkmuyordu ama uzaktan, gözleriyle seviyordu, diyelim :) E ben de çocukluğumdan beri adını koyabileceğiniz, minik boyutlu her hayvana bakılan bir evde büyüdüm. Hayvansız ev, ev değildi benim için... Evlendikten sonra ilk başta ses çıkartmadım, mıncıra mıncıra sevdim sokaktaki kedileri, kulaklarına fısıldadım "Sizlerden birinizi kapıp götüreceğim sonunda" diye. 2012 Yılının Haziran ayında annemden bir telefon geldi. Çok sevgili bir teyzemin yazlık evindeki kedi doğum yapmıştı! Dedim, bu bir işaret... Evlerinin bulunduğu bölge, malesef ki kedilere uygun bir yer değil. Hem hava koşulları, hem orman ortamı, hem vahşi ortamda hayatta kalmaya çalışan orman köpekleri derken bir de hayvan sevmeyen komşular olunca, kediler için hayat çok zor oralarda. Çoğunlukla malesef ki telef oluyorlar...

Bu telefon görüşmesini yaptıktan sonra düşündüm ki bu böyle olmayacak, bir yavru bizim olmalı. Hem bir cana yardımcı oluruz, hem de evimiz eve benzer sonunda. Eşime çaktırmadan minik minik söyledim. Onun için de çok büyük bir adımdı, hem bu fobisinden kurtulmak için hem de benim gönlüm olsun diye kabul etti. Evlilik demek, karşılıklı adımlar atmaktı ne de olsa... Yavrular doğduktan bir buçuk-iki ay kadar sonra atladık arabaya, yavruları görmeye ve mümkünse birisini alıp, evimize getirmek için düştük yollara. Eşim bu konuda daha sıkıntılı olduğu için yavru seçimini ona bıraktık, kendisi seçerse daha rahat bağlanır diye düşündük. Sonuçta benim için farketmezdi, kedim olacaktı yeniden, daha ne isteyeyim :)

Eşim yavrulara baktı, hepsi o kadar güzellerdi ki... Görür görmez Pisi'yi seçti, "Bu benim kedim olacak" dedi. Sevgili teyzemiz de "Yavrular içerisinde en güzeli o olduğu için ilk rezervasyon da ona yapıldı, başkası sahiplenecekti onu" dedi ama eşimin Pisi'ye bakışına dayanamadı ve bize verdi. Aldık Pisi'mizi, eve geldik.

Avuç kadar kedicik, bir de şirin mi şirin, nazlı mı nazlı olunca benim kocamda kedi korkusu bitti. Daha ikinci günden kucaklaşmalar, sevgi sözcükleri başladı. İnanamadım, bir o kadar da mutlu oldum. Hatta "Bu zamana kadar neden sevememişim kedileri... Mutluluk veriyor bana, iyi ki almışız, çok seviyorum ben bu kızı" demesi, bana dünyalara bedeldi...

Büyük aşk yaşadık bir sene boyunca. Çok mutluydu, hele yeni evimize taşındığımızda daha büyük alanı olunca ve bir de ev caddeye bakınca geleni geçeni izledi. Ancak bu heyecanı çabuk bitti ve balkonsuz evde, çalışan bir anne babayla olunca çok canı sıkılmaya başladı. Bütün gün tek başına, bunalıma girdi :( Huysuzluklar, gözümüzün içine bakarak yapılan yaramazlıklar, depresyon halleri, sinirlilik, sürekli uyuşukluk derken yaklaşık 6 ay boyunca hayatı zindan etti bize... İtiraf ediyorum, o kadar kötü huylu bir kedi olmuştu ki Pisi'den soğumaya başlamıştık :( Evde her akşam kavga, gürültü, zarar verilen eşyalar...

Aynı dönemde, çok sevdiğimiz arkadaşlarımız da mevcut kedilerinin yanına yardıma muhtaç güzel mi güzel bir kedi aldılar. "Hayatımız kurtuldu, iki kediyle daha mutlu olduk" dediler. Onlara güvendik, aklımıza da yatınca annemlerin evinin bahçesinden şirin mi şirin bir kedi daha evlat edindik. Onun adı da Çakıl oldu...

*** Önemli Not: Bir sonraki yazımda da anlatacağım gibi, Çakıl geldikten sonra Pisi depresyondan çıktı, çook mutlu ve çoook iyi huylu, eğlenceli bir kedi oldu :)

Pisi Prensesimizin Özellikleri:

* Tam Bir uzun tüylü tekirdir. Sokak kedisi olmasına rağmen tüm doğal kediler gibi cinssiz ama çok güzeldir.
* 21 Haziran 2012 doğumludur. En uzun günde doğmuş olmanın havasını yaşıyor
* Kısırlaştırılmıştır. Bu kararı tabiki de evin ortasında başlayan "Mööööaaavv"lar sonucu aldık. Ne o, ne de biz daha fazla çekmeyelim istedik. Hem de dişi kedilerde kısırlaştırma, sağlık için de iyiymiş. Çeşitli kanser türlerinin önüne geçiliyormuş.
* Çok nazlıdır. Salına salına, ağır çekim yürür, löp diye oturur... Ben bu özelliklerine naz desem de annem gördüğünde "Geldi yine hımbıl" diyor :)
* Çok keyifli bir uyku arkadaşıdır. Sarılarak ve öperek uyur... Yatakta insanı uyandırmaz, muzurluk yapmaz...
* Taranmaktan nefret eder, evimizdeki büyük kavga sebebidir.
* En sevdiği yiyecekler makarna, süt ve börektir. Malesef ki hiçbirini yiyemiyor, bağırsak problemleri yüzünden hemen ishal oluyor ama aklı çok kalıyor tabakta...
* Biz duş alırken banyo dolabının üzerine çıkıp, bizi dikizlemeyi çok sever.
* Musluktan akan su, tuvaletteki su, favorisidir.
* Gardolaba saklanır, ara ara dur, bulamazsın.
* Benim öksürüğüme ve hapşuruğuma çok tepki verir, miyavlayarak kucağıma koşar ve gırlayarak koltuk altıma kafasını sokar. Yani bir nevi, korkma, iyisin, ben buradayım, endişe etme...
* Çok keyifle sevildiği zaman tükürükleri sel olup akar gider, üstümüz başımızın sırılsıklam olur.
* Yukarıda bahsettiğim gibi bir ishal problemi var. Yağlı kuru mama bile yiyemiyor. Sadece yağsız, hassas bağırsaklı kediler için üretilmiş mamadan tüketebiliyor. Aksi halde güçsüz düşene kadar sürüyor ishali...
* Yabancılara karşı çok sıcak kanlı değildir. Eve gelen misafiri uzaktan kollar, izler, gözü tutarsa koklamak için yanına gelir. Daha da ısınırsa, ancak o zaman kucağına çıkar.
* Kapı çalınca çok korkar. Bizim veterinerimiz eve geldiği için her kapı çaldığında veteriner geldi diye büyük panik yaşar.
* Bizi asla tırmalamaz, ancak köpek gibi ısırır.
* En sevdiği oyuncak, minik mandallı saç tokasıdır. Başka hiçbir oyuncaktan böyle keyif almaz.
* Yediği mamasını çok seviyor, çok yiyiyor, çok şişman :)
* Kumuna düşmanı gibi davranıyor. Ne kadar çok ve uzağa atarsa o kadar hoşuna gidiyor. Bütün oda kum oluyor :(
* Hayır, gel, koş, kim geldi, pisi, kızım, mama, haydi duşa girelim, haydi yatıyoruz, in aşağı... gibi ve daha pek çok kelimeyi biliyor ve söyleneni yapıyor.
* Eğer ki canı kucağa alınmak istemiyorsa "Mık mık mık mık" diye huysuzca söyleniyor.
* Çakıl'ı yeni korkutma ve istemediğini gösterme sesi çok vurgulu ve kısa bir "Maahhh" :)

Bir zamanların kedi korkusu, yerini büyük bir dostluğa ve sevgiye bıraktı...


Biz kendisine porsuk da diyoruz. Çok pofidiktir :)


Bir sene önce yeni evimizdeki ilk gün. Yatak odası kurulup, çarşaflar geçirilince ilk işi yatağa girip, bu şekilde yatmak olmuştu, yeni evi de sahiplenmek gerekir :)


Kısırlaştırmadan sonraki halimiz :( Çok zayıflamış... Karın tüysüz, bakışlar mutsuz...


Aslan gibidir de aynı zamanda. Böyle yele başka kimde var :)


Bizim olduktan iki üç-hafta sonra annemlere bayram ziyaretine gitmiştik :) (İlk başlarda küçük olduğu için çıngıraklı tasma takıyorduk, kaybolmasın diye. Büyüdükçe çıngırağını da tasmasını da çıkarttık. Kediler özgür olmalılar, tasma altına girmemeliler, hassas kulaklarında bütün gün çıngırak olmamalı)


4-5 Aylık Pisi de her kedi gibi "Komik Uyuma Şampiyonu"dur :)


Bizim olduğu gün. Eve geldi, endişeliydi...


Mutsuz günler, depresyona girdiği dönem :( Arada hava alsın diye annemlere götürdük, balkonda neşesi yerine gelir diye...